BALKANLARDA 10.000 km…

Please click here for photo album.

Gezinin Fotoğraf Albümü için tıklayınız.

Sevgili Dostum, Yol Arkadaşım

2001 Model Renault Megane’ıma övgü…

Yola çıkarken 200.000 km’yi devirmiş yaşlı dostum belki bu yolu çıkaramaz diyenler vardı. Biraz şaka biraz endişe ile bu gezmin mottosunu arabamın bu hali belirliyordu (bloğu takip edenler hatırlar). “Nerde Trak, Orda Bırak”.

2014-08-07 14.40.44

Bu mottoya inat ve büyük bir başarı, dağ tepe, orman yolu, taş kale yolları, otoban, tarla, metropol trafiği, sıkışık alanlar demeden bu gezide tamı tamına 10.000 km’yi TIK demeden alan bu kadim dostuma her şeyden önce bu motto için bir özür dileyerek başlamak istiyorum. Gezinin son günlerinde Selanik’te bize ev sahipliği yapan, fırtınalı bir günde Zadar yolunda Dalmaçya’da bir benzinlikte tanıştığımız güler yüzlü gezgin arkadaşım Lazaros “Blogda hiç arabanın resmi yok. Hiç olur mu? Bu senin 60 günlük macerandaki en önemli arkadaşın, partnerin.” demesi zaten aklımda olan bir teşekkürü sevgili yol arkadaşıma borç bilerek bu satırlarla yerine getiriyorum. Sağol aslan arkadaşım. Benim tabirimle “Kara Şimşek’im, Sağol!”

19 Temmuz 2014, Cumartesi

Bulgaristan’a arabayla gitme hazırlıkları başlıyor. Bugün karar verdim. Resmi işlemlerden gerekenleri Edirne’ye gidip orada halletmek istiyorum. İş dediğim de arabanın yeşil sigortası ve uluslararası ehliyet. Bulgaristan için zorunlu değilse onu da almayacağım. Hususi Pasaport’a vize istenmiyor diye biliyorum. Göreceğiz bakalım.

İş Planı

  • Çanta hazırlığı
  • Yeşil Sigorta
  • Uluslararası Ehliyet

20 Temmuz 2014, Pazar,

Lapseki, Çanakkale

10:45 Günaydın! Lapseki Çanakkale’de Kahvaltı. Anne babayla olmanın keyfi. Güneşli, ılık ılık esen bir hava.

16:44 Hala CS (Couchsurfing) cemiyetinden Sofya’da kalacak bir yer bulamadım.! Lanet olsun! Senin derdin ne dostum ha?  🙂 🙂 🙂 Durmak yol yol hazırlıklarına devam. Bari internetten Edirne’de arabanın sigortası için yapacağım işleri nereden halledebileceğime bakayım.

23:55 Yavaş yavaş çanta hazırlıklarına başladım. Hep son ana kadar ve özellikle son anlarda birşey unuttum diyerek terler ve evden öyle çıkarım. Bakalım bu kez bunu yaşamadan çıkabilecek miyim? Yatıyorum. Yarın görüşmek üzere. 🙂

21 Temmuz 2014, Pazartesi,

“Nerde Trak Orda Bırak!”

Böyle “proce” adı mı olur? Neden olmasın? Bu yola çıkacağım arabam 2001 model Megane-1. Alay eden çok oldu. Ben de arabanın gittiği yere kadar giderim dedim. Böylece bu procenin adı “Nerede trak orada bırak” 🙂 Yine de emniyet adına arabayı bugün Çanakkale Reno servisine götürdüm. Müdüre Gülen hanım durumu biraz şaşırarak dinledikten sonra arabayı kontrol etmek yönünde karar vermemi sağladı ve araba bu geceyi orada geçiriyor. Sertleşen debriyaj teli ve bilye seslerine eklenen manifold gürültüsü arabayı servise bağladı. Bir masraf kapısı daha…

ARAÇLA İLGİLİ ALINMASI GEREKEN BELGELER… Bu işlemleri Edirne’den yapacapğım için Edirne Ticaret ve Sanayi Odasının sayfasının linkinden baktım. http://www.etso.org.tr/arac-ile-yurtdisina-ilk-cikista-yapilacaklar.html Ayrı ayrı, ne kadar gerekli olduğu tartışılacak masraflar… Neyse yemekten sonra devam ederiz. Alınacak belgeler. Aşağıdakileri EDİRNE’den alacağımı umuyorum. Eğer olmazsa on-line rezillik yani. 🙂

  1. Uluslararası Trafik Sigortası – GREEN Card (Zorunlu Trafik Sigortası+Araç Ruhsatı+Vergi Numarası) (Gidilecek gün sayına göre değişik fiyatlar)
  2. Uluslararası Sürücü Ehliyeti (Ehliyet Aslı + 2 Adet foto) – 250-350 TL. (Yeni Tip Ehliyet varsa buna gerek yok deniyor.)

Sanırım 650-700 TL’lik bir vergi yükü olacak. Bunların nasıl gerçekleştiğini paylaşmaya çalışırım. Tabii ki internet erişimi ve akışa bağlı olarak. Şimdi bizim tontonlarla OKEY oynamaya çıkıyorum. Yarın görüşürüz.

22 Temmuz 2014, Salı,

Gece yarısı kalkıp google map üzerinden rota yaptım kendime. BALKANLAR KEŞİF TURU (Genişlemiş 2. Taslak)

  1. Kapıkule
  2. Plovdiv
  3. Sofya
  4. Niş
  5. Belgrad
  6. Novi Sad
  7. Budapeşte
  8. Zagrep
  9. Ljubliana
  10. Zagreb
  11. Split
  12. Dubrovnik
  13. Mostar
  14. Saraybosna
  15. Podgorica
  16. Priznen
  17. Kosovo
  18. Üsküp
  19. Selanik
  20. Kavala
  21. Kapıkule

Biraz uyuyup kalkınca, SİZLERDEN gelen öneri ve düzeltmeleri de içerecek şekilde yeniden plana devam ederiz. Haydi yattım (uyuyabilirsem). Yazarım yine.

23 Temmuz 2014, Çarşamba,

12:25 Zaman iyice yaklaştı. Az sonra arabayı tamirden almaya gidiyorum. Plovdiv’de ilk durağı yapmak için epeyce Couchsurfing üyesine yazdım ama bir muğlak yanıt haricinde yanıt yok. Biraz döviz alıp, devamında banka kartı ile para çekeceğim. Şimdi arabayı almaya Çanakkale’ye…

01:00

Arabanın manifoldu, arka tekerlek bilyaları, debrijaj teli ve baskı balata derken 2000 TL’ye yakın bir parayı sıkıştıkları yerlerden ustaca çıkaracaklar sanırım. Rota da, hallerim de an be an değişiyor. Bu sabah işe çantamı hazırlayarak başlayacağım. Bulgaristan çıkışı ve sonrasında Plovdiv’de konaklayacak Couchsurfing arkadaşı bulamadığımdan kendimi Yunanistan çıkışına doğru da gidebilirim mantığına hazırlıyorum.

  • Seyahat Sağlığı Poliçem 69 TL üç ay hazırlanıp Edirne ARAS Kargoya yollandı (ERDEM Sigorta)
  • KASKO’mu yurtdışına 3 aylık genişleme zeyilnamesi 20 TL dolayında (Araba 2001 Megan ve Aralık KASKO tarihli)
  • Diğer belgeler (Uluslararası Ehliyet, Triptik, Green Belge vs. Edirne’de uğraşacağım)

Couchsurfingden Ralitsa isimli arkadaş Plovdiv’de ailesinin yanındaymış. Yanıt verdi. Hemen arabanın çalınması kaygılarımı anlatır bir mesaj yazdım. bana güven verirse, onunla buluşup geziye dalacağım.

24 Temmuz 2014, Perşembe…

10:00 Gelibolu Lapseki’den arabalı vapurla geçtim. Edirne’ye yola koyulup, ehliyet vs. para tuzağı saçmalıklara para yatırmaya.

13:15 Yolculuk Başlangıcı Arabada Sıkıntı:

Çanakkale Saruhan Renault yetkili servisinde Bakım sonrası arabada vuruntu başladı. Gelibolu-Uzunköprü arası sorunsuz gelip, Özcengizler Renault servisine geldim. Geri viteste gövdeye vuruntu sesi geliyor. Kapsamlı bir bakım sonrası bu sesin gelmesi sıkıntılı bir durum. Normaldir ama, her bakımdan çıkan motorun, geminin sıkıntıları olması hep yaşanan durum. Umarım basit bir iştir. Zaman ve maliyet gerektirmeyen çözüm olacak mı? Göreceğiz bakalım. Araba liftte şu anda.

14:30 Arabanın katalizörüne 450 TL daha sıkışmış. 🙂 Yola devam akşam Edirne’deyiz kısmetse. Teşekkürler Ethem Usta, Vasfi Usta.

19:30 Koşuşturmalar sonrası Edirnede’de Yaprak Ciğer ve Kahve’de çay…

Kapıkule’de Uluslararası Ehliyet ve Green Sigorta…

Kapıkule’ye geldim. Bugün çıkış yapmayacağımdan arabayla giremedim ve A1 numaralı binaya kadar epey bir mesafe yürüdüm. A1 binasına girişten 20 metre sonra sola dönüşle duty free’nin karşısındaki TURING Ofisinden  Uluslararası Ehliyeti aldım. 2 vesikalık bulundurmayı unutmayın.

Green Sigorta için Zorunlu Trafik Sigortamın aslını isteyince o kadar yolu geri yürümedim. Sabah 5 dakikada hallolur dediler. TURING Ofisindeki Cenk ve Adnan beylere çok teşekkürler. Dönüşte arabanın lastiklerini 32 bara tamamlayıp Selimiye’ye yakın Kervansaray otelin üst tarafındaki parka arabayı bırakıp doğrudan 100 metre ilerdeki meşhur Tava Ciğerci Aydın’ın yerinde bir porsiyon ciğer, kızartılmış kırmızı biber, domates, cacık ile bir doyumluk keyif yaptım.

Şimdi de Selimiye’ye yakın Saraçlar Caddesinde “Cafem”de bloğu yazıyorum. Günün koşturmaları yorgunluğunu çıkarıyorum. İkide bir internet şifresi, çay, silinmek için kağıt havlu, caddenin ismi, yok o yok bu yok şu sorduğum Ömer’e de çok teşekkür. Çayın tadı çok güzel. Kayahan söylüyor…

Öpüştüm resimlerinle, şarkımız çalındı dinledim, Bütün gece bekledim, Yine sabah oluyor. Belki sen gelirsin diye Işıkları söndürmedim. Yeni doğan sabaha hezimetim oluyor.

İçimde hatıralar delik deşik Mektupları okudum seçip seçip Karanfili kokladım senin için Odam hasret kokuyor
Aynanın karşısına geçip geçip, kaderime ağladım içip içip,
Gönül sayfam da canım açık seçik, Senin adın yazıyor.
Gece Olcay hanım ve adının Ahmet olduğunu yıllar sonra öğrendiğim değerli Sırp arkadaşım 😛 Turgut’un ev sahipliğinde son gece Karaağaç’ta Fazlı’nın Kahvesinde kahvelerimizi yudumladık.

25 Temmuz 2014, Cuma, (TÜRKİYE, Edirne), (BULGARİSTAN, Plovdiv)

07:30 Kapıkule’ye Doğru…

Güzel bir uyku sonrasında kahvaltımızı yaptık. Son alışverişlerimi halledip Kapıkule’ye doğru ilerleyeceğim. Bir kaç koli su almanın iyi olduğunı daha önceki bloglardan okumuştum. Bir de diş ipi. Avrupa’da özelikle Bulgaristan’da diş ipi icad edilmediği için kesinlikle buradan almak gerek. Tabii ki orada su da yok. 😛 🙂

17:30 PLOVDIV…

Kapıkule’den sonra benzer bir doğa ve gidiş geliş yolu halindeki E-80’e girdiğimde tüm kurallara dikkat ederek ve bu nedenle çok düşük hızla ilerlediğim benzer doğayı, köyleri, eski doğu bloku dönemi mimarisi diyebileceğim terk edilip terk edilmediği anlaşılmayan binaları, fabrikaları geçerek Plovdiv’e doğru ilerlemeye başladım. Yol boyunca Türkçe levhalar eksik olmadan Plovdiv’e kadar ilerledim diyebilirim. “Kaşar, Mazot Var, TIR Yıkanır, Dinlenme, Kardeşler Lokantası, Gaz Var vs.”

Kornalarla Selamlanarak Karşılandım, Teşekkürler … 😛

Kapıkule’den Plovdiv’e gelinebilecek en düşük süratle ve salimen geldim ancak yolda deli ettiğim Bulgar sürücülerin ruh sağlığı için aynını söylemem pek mümkün değil. Levhalarda ne yazıyorsa ona göre gelince üç dört tanesi 40 km ile geçtiğim ve arkamda kuyrukların oluştuğu meskun mahal geçişlerinde teşrifimden çok duygulanmış olmalılar ki yıllar önce bir kış günü Selçuk K12 ile ters yönden geri dönerek 100 metrelik bir yol gittiğimiz Çeşme Otoban çıkışı Ayayorgi girişinde alkışlarla karşılanmamız benzeri sevgilerini beni korna ile selamlayarak belirttiler. Çok teşekkürler. 🙂 Plovdiv girişiyle beraber hayatımda burayı ilk kez görsem de filmlerden izlediğim ve gezdiğim diğer doğu bloku ülkelerinde karşılaştığım tarzdaki binaların bulunduğu şehirde daha önceden kağıda yazdığım Google Get Direction kağıdımın Kiril alfabesi yazılarını görmeye çalışıyordum.

ÖNERİ: Avrupa’da da çalışan bir Navigation cihazı çok yardımcı olur. Google Get Directions Kiril alfabesiyle olunca, bir de yolda işaretler tam nerede olduğumu anlamama yetmeyince içimdeki hisse güvenip şehrin ara sokaklarından birine saptım. Bir büfedeki iki gence sordum. İngilizce zayıf olsa da insanlık pekiyi idi. Çok güzel çizerek tarif etmelerine karşın biri beni 200 metre ilerde yakalayıp hostelin kapısına kadar arabasıyla eşlik ederek götürdü. Duş ve 45 dakika kadar power-nap sonrası sokaklardayım. Şimdi de AFREDO’nun kapitalist görünümlü ama rezil hizmetli kafesişnde şehir turumu bekliyorum. Bulgar Birası ??? ZAYIF.

Her gün 18:00’da Merkezi Postahane Önünden FREE “Şehir Turu”…

Gençlerin değişik dillerde yaptığı rehberlik ile şehri çabukça anlamanız yarayan bu tura tam puan veriyorum. Biraz Bulgar şovenizmi, yüceltmesi, biraz Osmanlı serzenişi içerse de oldukça faydalı bir tur. 2 saat sürüyor. Plovdiv 8000 yıllık tarihi ile Avrupa’nın en eski ve hala yaşanılan kenti diyorlar. Şehrin tarihi, politik süreçlerin anlatımı, kültür paylaşımı, Old Town ve tarihi kalıntılar hakkında bilgiler en son şehrin etrafındaki tepeleri gördüğümüz ve adı NÖBETTEPE olan yerde sonlanan tura mutlaka katılınmalı. Bu arada şehirde halen onların Bulgarca kabul ettiği tepe isimleri şöyle Cambaztepe, Cehennemtepe, Saattepe. 🙂 Pınarcık başak bir mekan. Plovdivce diyebileceğim iki kelimeden biri Türkçe. AYLAK ve Maina (veya Mayna). Bu iki kelime özellikle mayna nefes alır gibi kullandıkları bir söz. Sevimli insanlar. Gençler ve sırt çantalı hostel tutkunları için mutlaka Old Town’da bulunan Hiker’s Hostel’i tavsiye ediyorum. 35+ veya bu tür yerlere alışkın olmayanlar için değil ama hostel salaşlığını sevenler için harika bir mekan Hiker’s Hostel. Feriköy’de 5 yılını geçirmiş Almanya doğumlu kendini göçebe olarak tanımlayan, Türkçesi güzel, sevimli, dinç 71  yaşındaki RİNGO takma adlı arkadaşla sohbet çok keyifliydi. İlginç bir hayat hikayesi var. Başka bir çalışma konusu olarak aldıığım notları şimdilik kendime saklayarak gezimize devam edelim. Üç Slovak öğrenci Kattia, Martin ve Doni ile keyifli sohbet sonrası Couchsurfing’den divan değil ama tavsiyelerini aldığım Ralitsa ile buluştuk. Yanında arkadaşı Daniella ile birlikte şehri tepeden gören bir mekanda biraz canlı rock dinledik. Bu arada beni hiç yalnız bırakmayan sivrisinekler bacaklarımı ziyaret etmeye başladı. Chico marka doğal(a en yakın) sineksavar sprey çok işimize yaradı. İşkembe Çorbası ve Sütlaç… Geç bir vakitte artık epey yorulduğumu ve mümkünse çorba içmek istediğimi söylediğimde bir çorba bar (sopa bar)’a geldik. Bizim tarzda bir işkembe çorbası, üzerine de hastaya ilaç niyetine parça tavuk etli, patates ve tel şehriyeleriyle içtiğim tavuk çorbası canıma can kattı. Üzerine maydonoz ve kırmızı pul biber. Bir de üzerine tarçın serpilmiş sütlaç (ki Sütlü Aş olduğunudüşündüğüm meşhur tatlımızı) yerken benzerliklere gülümsemeye başladım. Güney Amerika’da çorba denilen yiyeceklerle bu alışkın olduklarımı karşılaştırınca bizim topraklardayım hisssinde olmamak mümkün değil. Odama döndüğümde yorgunluktan bi’tap düşmüş vaziyetteydim. Bu kentte bir gün daha kalacağım. 🙂

07:30 Kapıkule’ye Doğru…

Dün gece Olcay hanım ve adının Ahmet olduğunu yıllar sonra öğrendiğim değerli Sırp arkadaşım 😛 Turgut’un ev sahipliğinde son gece Karaağaç’ta Fazlı’nın Kahvesinde kahvelerimizi yudumlayık. Güzel bir uyku sonrasında kahvaltımızı yaptık. Son alışverişlerimi halledip Kapıkule’ye doğru ilerleyeceğim. Bir kaç koli su almanın iyi olduğunı daha önceki bloglardan okumuştum. Bir de diş ipi. Avrupa’da özelikle Bulgaristan’da diş ipi icad edilmediği için kesinlikle buradan almak gerek. Tabii ki orada su da yok. 😛 🙂

26 Temmuz 2014, Cumartesi, (BULGARİSTAN, Plovdiv)

23:00 Birazdan fazl yorgun hissettiğimden öğlen epey uyudum. Hava da çok sıcak zaten. Saat 16:00’dan sonra çktığım şehirde düne nazaran daha iyi fotoğraflar çektim. Old Town civarında fazlaca (zorlamalı) güler yüzlü ve sempatik, Bulgar çingenesi beni kendi mahallesine doğru çekmeye çalışsa da Jazz müziğinin sesiyle ondan ayrılıp girdiğim ara sokaktaki KONTRABAS isimli minik Jazz Bar hem dinlenme molam oluyordu hem de sahtekar dostum benim yanıma gelmeyip terk ediyordu. Günü batırıp, düngece gittiğim çorbacıdaki sebzeli ve tavuk suyu çorbayı yine ilaç niyetine içerken çok sevimli insanlarGeorgi ve Gergana ile tanıştım. Onlardan yeni tavsiyeleri alıp, erken sayılabilecek saatte odama döndüm. Bu gece daha rahat uyusam da titremeler vardı yine. Üşüttüm diye düşünüyorum. Parol ve alerji için Aereus iyi geldi. Bir de böcek mi sivrisinek mi nedir ısırığın yanının koskoca şiştiği yere Stilex sürdüm o da iyi geldi. 10:30 PLOVDIV… Meriç nehrine Maritsa deniyor buralarda. Meriç’in üzerinden bir sürü geçiş var şehrin iki yakasına. Bunlardan birinin üzeri kapatılmış ve iki yanda dükkanların bulunduğu bir geçiş haline getirilmiş. Estetik falan yok, işlevsel bir pasaj. Hediyelikten, şekerlemelere, mutfak malzemeleri bulunan züccaciyecilerden, butiklere kadar bir sürü dükkan var. Girişinde bir adam tuzlu ayçekirdeklerini külah yapmış satıyor. Bu kapalı geçit, Yaya Yolu-Bölgesi (Pedestrain Zone) denilen güzergahın başı. Şehrin merkezine kadar buradan gidiliyor. Çok güvenli ve keyifli bir yaz mevsimi yaşanıyor Plovdiv’de. Sabah börek ve Boza ile kahvaltımı yaptım. Tam ne alıyım diye bakarken fırının önünde orada yaşayan bir Türk kaşkavalpeynirli böreğe benzer, poğaça irisini tavsiye ederken boza’nın farklı olduğunu denememi söyledi. Ayaküstü kahvaltı sonrası bir kafede espressomu içerken bunları yazıyorum. Hava çok sıcak. Nem de var. Otele gidip biraz istirahat sonrası akşam üzeri dışarı çıkacağım.

27 Temmuz 2014, Pazar, (BULGARİSTAN, Veliko Tarnovo)

17:30 😦     HASTA, CORBASI TASTA… Saat 14:30’da vardığım Veliko Tarnovo’da ateşim ve kırgınlığım arttı. Her eklemim ağrıyor ve ateşim var. Bingo. !8:00’de de şehir turuna çıkıyorum. Ya çivi çiviyi söker ya da ………. Her tarafim agrir vaziyette sehir turu yapanlari aradim ama bulamadim. Dikkat cekici hadiselerden biri de son derece sevimli bu kentte cogunlugun ingilizce bilmamasi oldu. Hadi bana ratladi diyelim. Gunumuz Bulgaristan’inda gencler genelde ingilizce biliyor. Grubu bulamayinca canim sikildi ve oldukca bitap halde guzel bir restorana oturup yemek yedim. YEMEK: Sonra daha detayli bakacagim ama istah acici olarak KATUK geldi. Aciklamasinda yogurt, kizarmis ekmek ve cevizden olustugu yaziyordu. Turk yemek aliskanligi Bulgar Mutfaginin temeli. KATUK ismini gorunce KATIK oldugunu dusundum ve denedim. Yogurt bizim anlamda bir yogurt degildi. Dondurma kasesiyle tabagin iki yanina konulmus suyu alinmis, peynire kacan tadiyla orta katilikta cok guzel meze olacak kalitede. Ekmekler guzelce kizartilmis uzerine cok az zeytinyagi ile maydonoz ezmesi surulmus guzeldi. Hasta oldugunm icin ve dogal limondan yapilan limonata ictim. Levrek taze ve guzeldi. Uzerine ayni adiyla ama bizdekinden az farkli lezzetiyle kazandibi ve sade Turk kahvesi. Ancak yemegin zevkine varamayacak kadar bitaptim. Hepsi bahsisle beraber 40 Leva yani 20 Euro karsiligi. Bunu referans almayin oldukca iyi bir restoran fiyati bu. Dun ictigim son derece leziz corbalara koskoca kase icin 2-2,5 leva yaklasik 1 euro odedigimi buyuk boy pizanin en fazla 12-15 leva olacagini (ki en az 3 kisi doyar) dusununce Bulgaristan yemek fiyatlari acisindan Turkiye’den cok ucuz.

28 Temmuz 2014, Pazartesi, (BULGARİSTAN, Veliko Tarnovo)

PHOTOS _ VELIKO TARNOVO

08:30 😦     Cok daha iyiyim. HOSTEL MOSTEL’de geceligi 20 levaya kaliyorum. Sabah kahvaltisi da var. Cogunlugunu saniyorum Turk Cingenelerin olusturdugu bir semtin hemen yanindayiz. Dun uc tane 13-14 yaslarinda Huseyin, Onur ve Gulay isimli gencin Turkce konustuklarini duyup onlarla kisa sureli sohbet ettim. Tatli cocuklar, biraz mahcup, az ezik. Daha sonra detayli konusurmuyuz bilmem ama dun Plovdiv’den ayrilmadan once Cuma camii’ni ziyaret ettim. Uc cingene cami cikisinda “BU kafirler bize is vermiyor. Bize bayram harcligi verir misin?” diye etrafimi sardi. Dorduncu biri ben Sirbistan icin Dinar bozdururken neredeyse parayi benimle beraber sayacakti. Diger ucune birseyler verdim dorduncusunu de diger ucune birakip arabama ilerledim. DOLANDIRICI TAKTIGI… ISTANBUL, GALATASARAY, KOMSHII, SALAK BIR SIRITMA ve KARDESIMSIN… Aman ha. Zaten tiplerinden belli oluyor. Sizi gozune kestirip fazlaca samimi bir siritmayla yaklasiyorlar ve Turk oldugunuzu duyunca Istanbul ve Galatasaray muhabbeti basliyor. FAzlaca bir yardim istegi ile yaniniza takilma ve sizi panorara veya baska bir yeri gostermeye cagirarak kendi bolgesine cekmek. Tedirgin olmaya gerek yok. Begendiginiz bir dukkana veya insanlarin yogun oldugu yerlere yonelin konusmaniza dahi gerek yok ortada ne GALATASARAY kaliyor, ne kardeslik, ne Istanbul. Iste bu noktada BESIKTAS’i devreye sokuyorum ben. Besiktas’imizin bu sezon cok daha nitelikli futbol oynayacagi umuduyla dolandiricilardan uzak durun diyorum.

29-30 Temmuz 2014, Salı-Çarşamba, (Sofya, Bulgaristan)

Veliko Tarnovo sonrası Lovech bölgesinde iki otostopçu genci aldım, Angel (31) ve Petia (18). Güle oynaya Sofya’ya geldik. ART Hostel’in önüne kadar birlikte ulaştık. Sofyada otopark işleri pahalı. İki günlüğüne 20 Euro verdim. Hostelin neredeyse dibinde 24 saat bekçili bir otopark. Sofya’da herşey süper giderken ilk gece yeniden ateşim çıktı. Bulgar hostel personeli BORİS’e kocaman bir teşekkür borçluyum. Beni her yarım saatte kontrol etti. Terletti. Çamaşırlarımı kuruttu. İlaç buldu. Su içirdi. Bitki çayı yaptı. Sabah da hastahaneye götürdü. SON DERECE yardımsever ve yüksek insani değeriyle Teşekkürler Boris.

31 Temmuz 2014, Perşembe, (Niş, Sırbistan)

Rahat bir gece geçirmedim ama sabah iyidim. Güzel bir yolculukla Niş’e ulaştım. Niş müthiş bir sağanak yağmurla karşıladı beni. Yollar, dağlar, tüneller çok huzur içinde geldim Niş’e. Çok erken ve hiç bir yerini görmesem de huzurluyum. Şimdi de hemen yatağa giriyorum. Zira bir daha ateşimin çıkıp huzursuz veya daha kötü olup bu geziyi kesmek istemiyorum. Göğsümden hırıltılar geçip, ateşim çıkmayana kadar daha dikkatli olacağım. Gezi hızımı yavaşlatıyorum. Bloguma sevgi ve ilgi göstermek için buu şansı kullanıyorum.

01 Ağustos 2014, Cuma, (Niş, Sırbistan)

Ayaklanınca dolaşmak için bir liste hazırladım. Hepsi olmasa da kayıtlarda bulunsun, yolu düşenlere seçenek olur. NİŞ’te GÖRÜLEBİLECEKLER-YAPILABİLECEKLAR:

  • NİŞ Kalesi
  • MEDİANA Arkeolojik Alanı ve Müzesi
  • CEGAR Tepesi
  • Kelle (Kafatası) Kulesi
  • II. Dünya Savaşından kalan NİŞ Toplama Kampı
  • BUBANJ Anı/Abide Parkı
  • İmpatartor Constantin ve Helen Günleri (Haziran)
  • Koro Festivali (Temmuz)
  • Nisville Uluslararası Caz Festivali (Ağustos ortası)
  • Film Festivali (Yaz Aylarında Nis Kalesinde sergileniyor)
  • NISOMNIA Müzik Festivali (Pop, Rock)
  • NIMUS Klasik Müzik Festivali
  • Niş SPA (Niska Banja)
  • SUVA Dağı (Güney Sırbistan’ın Alp’leri)
  • BOJANINE Vode (Kış Spor etkinlikleri)
  • JELASNICA GORGE (SErbest Tırmanış ve doğa)
  • SIVECO GORGE (Nivasa Kanyonunun muhteşem görüntülü 17 km’lik kısmı)
  • CERGE Mağarası

02 Ağustos 2014, Cumartesi, (Niş, Sırbistan)

Yatakta geçen bir günden sonra Niş’te dolaştım biraz. Kale, Toplama Kampı, Kelle Kulesi, Arkeoloji müzesi ve şehrin meydanı. Streetball turnuvası vardı, ona takıldım uzun süre. Özlemişim oynamayı onu anladım. Niş Kalesi… Ana duvarları çok kalın ve iyi korunmuş halde. İçinde kafeler, hediyelik eşya dükkanları, çekirdek, şeker satan seyyar satıcılarla birlikte büyük bir açık park halinde. Zamanından kalan binalar da mümkün mertebe korunmuş ancak daha çok desteklenmiş yapılar resmi kurumlar tarafından kullanılıyor. Baruthanesi, Nalbant binasının içine girip bakayım dedim, bizim ülkemizde de karşılaşılan metruk yerlerin benzer manzara ve kokuları karşıladı. Bu izbe yerlerde içki şişeleri, idrar kokuları. Baruthabe çift cidarlı ve kalın duvarlı mimamrisiyle ilgi çekici. Red Cross-Toplama Kampı… İnsanın insana zulmünü aklım alamıyor. Yerlerde hayvan gibi samanlarda yatırılan insanlar. Yemek olarak verilen bir tas çorba, biraz çay ve ekmek. Bir transfer kampı olsa da epeyce insanın kurşuna dizilerek öldürüldüğü ve yanındaki istasyonun adıyla anılarak yerel halk tarafından Red-Cross denilen bu toplama kampı da acıları hala anlamaya yetecek kadar iç karartıcı. Kötünün kötüsü var sözü gibi bir şeyin geçerli olduğunu burada öğreniyorum. Alman ordusunun kampı idare ettiği yıllarda görece çok daha rahat şartlar varken SS’lerin idareyi ele almasıyla kapkara günler, zulüm ve acılar başlamış. Aklıma takılıyor günümüzde ülkemizde ve dünyada olanlar. Bunun daha kötüleri de olabilir diye düşünüyor insan. Toplam Kampları, Hapishaneler olmasa keşki. Ve yakın tarihin zulüm fabrikaları olarak çalışan bu İkinci Dünya Savaşının Toplama Kampları hep acıyla dolaştığım yerler oluyor. Skull Tower… Sırpçanın latin harflerle yazılışıyla Ćele-kula Türkçesiyle Kelle Kulesi biraz manidar tabii. Özgürlüklerini elde etmek için birinci Sırp ayaklanması olarak tarihe geçen 1809 ‘daki hareketlerinde Cegar tepesinde giriştikleri harekette bizimkileri tepelemeye gelen Sırp kuvvetini tepeleyen Hurtşit Paşa 952 kafatasından oluşan yüksekçe bir kule yapmış. Wiki-bilgi-küpü bunun 13 foot yüksekliğinde olduğunu yazıyor. Bu da neredeyse 4 metre uzunluğunda bir kule yapıyorlar. Burada ilk izlenim olarak Sırpların da özgürlüklerine düşkün ve onurlu bir millet olduğunu belirtmek isterim. Mutlaka daha fazla inceleme ve okumayla dah netleşecek görüşlerim olabilir ama şimdiye dek ördüğüm insanlar kulaklarıma kazınmış hayin ve hunhar bir yapıyla karşı katrşıya olmadığım. Tersine bizim gibi, hatta kendilerine zarar verecek kadar politik olamayacak bir grup. Büyük lokma ye büyük lakırdı etme denir ama bu namert daktilonun başına geçen kendini vaka-i nüvis veya Heredot sanıyor vallahi. Neyse bu arada Hurşit Paşa’nın kendilerini esşr edeceğini anlayan Sırp lider Stevan Sindeliç (burada yazdığına göre kazığa oturtulmamak için) baruthaneyi havay uçurup tüm Sırplarla birlikte hatırı sayılır Türk askerin de ölümüne neden olmuş. Özgürlüklerini 1878 yılında kazanan Sırplar bu kafatasından oluşan kulanin üzerine 1892 yılında bir şapel inşa etmişler. 1937 yılında da bu kilise yenilenmiş. Burada yazan cümle biraz beni üzdü açıkçası “Türklerin Barbarlığı ve Sırp cesaretinin sembolüdür” deniyor. Bu pilav çok su götürür. Niş Arkeoloji Müzesi… M.Ö. 6000’den M.S. 600’e kadar eserleri barındıran hacim itibarıyla küçük bir müze ama tarih öncesinden, Roma, Bizans vs. bir sürü döneme ait kalıntıların bulunması mümkün. Mairana Arkeolojik Alanı… Bakımdayız kapalıyız mottosuyla onu göremeden beni uğurluyor.

03 Ağustos 2014, Pazar, (Čačak, Sırbistan)

Güneşli bir Niş günü sabahı evim olarak benimsediğim Drago ve Dragana’nın ev sahipliğimi yaptığım son derece temiz ve rahat evden ayrıldım. Drago’nun sabah elinde böreklerle geleceğini biliyordum. Kendine kıymalı, bana da peynirli yaptırmış. “Belki domuz vardır içinde yemezsin diye öyle aldım” dedi. Böreklerimizle kahvaltıyı yaptığımızda dün gece hostelde kalan Daniel çoktan ayrılmıştı. İlk olarak listemde şimdilik eksik kalan BUBANJ (Bubany) olarak okunuyor anı parkı ve alanına gittim. Devasa komünist zaman heykel anlayışı içinde havaya doğru sıkılmış üç yumruk gibi anıtların resmini çektim. Bu sakin parkın keyfini çıkarıp çok az da olsa sessizliği dinledim. Tahta bankların üzerinde bel egzersizleri yaptım ve Čačak‘a doğru yola koyuldum. Ara yolları kullanmak istememe karşın kısa bir mesafe için yanıma aldığım Goran’ın doğal olarak otobanı tercih edeceğimi düşündüğünü otoban çıkışına gelince anlasam da yolumu değiştirmedim. Normalde rotam köyler, ilçeler arası yollarla; Krusevaç, Kraljevo ve Čačak olacaktı. Bu rotayı sadece Niş, Krusevaş çıkışı kımının (yaklaşık 65 km) Belgrad otobanından giderek uyguladım. Otobandan çıkışta köylerin içinden giden ve dolayısı ile hız sınırları ve kurulmuş pazarlar, trafik ışıkları nedeniyle yavaşlayarak uzun sürede Čačak’a ulaştım. Čačak’a gelmeden hemen önce bir köyde durup Türk kahvesi ve soda içtim. Kafenin sahibi olan dejan ile muhabbete başlayınca Machu Picchu vs. herşeyi, Sırp tarihini, ekonomiyi vs. konuştuk. CENTRUM Hostel denen kent merkezindeki gayet güzel bir otelin önerisi de muhabbet ettiğim Dejan ve Vladimir’den geldi.

CENTRUM’a yerleşip güzel odada duş yapıp biraz dinlendikten sonra , CENTRUM hostel resepsiyonundaki Teodora’nın önerisi ile  MLADOST restoranına gittim. Çok leziz bir dana çorbası ve bu bölgenin spesyali olan kaymağın üzerine koyulduğu tavuk biftek kızartması harikaydı. Üzerine sohbete başladığımız Ana ve Marija da yarınki ve önümüzdeki üç günkü planıma etki edecek bilgiler verdiler. Bu iki kız kardeş çok güzel ingilizce konuşuyordu. Güzel bir sohbetle ayrılırken Guca’daki Trompet festivalinde kalacağım yeri ayarlayacaklarını söyleyip bana haber vereceklerini bildirdiler. Yağmur durmaksızın yağıyor ama ben çok keyifliyim. Şimdi yatağa. Bu denli yoğun bir geziyi her gün yazmak zor. Bu zorluğu elimden geldiğince taze taze yazarak sürdürebilirsem ne mutlu. Haydi bakalım iyi geceler.

ARA ARA NOTLAR (Akılda Kalanlar, Yazmak, Söylemek İstediklerim)

Daha gezinin başındayız ve Balkanlara ilişkin bilgiler yanında gözlemlerim de artmaya başladı. Kısa kısa aklıma geldiği şekilde yazarsam; BULGARİSTAN;

  • Tüm yolda Türkçe levhalar (E tabii Türkiye’ye geliş trafiği yoğun olunca).
  • Bulgaristan çok cana yakın ve iyi İngilizce bilen bir genç nüfusa sahip,
  • Dario Moreno şarkıyı yanlış söylemiş. 🙂 “Ah Plovdiv’in kızları çok güzel.” 😛 (Genelde Bulgaristan’ın güzel kadınları not edilmeli.)
  • Orta Yaş üzeri kişilerde (Komünist zamandan kalanlarda olduğunu kabul ettiğim) tutukluk ve güvensizlik sürüyor. Karşıdaki insana güvenmemek anlamında. Yoksa emek vermeleri ve kendilerince hizmet etmeleri veya temizlik konusunda sıkıntı yok.
  • Restorancılıkta servis ve güleryüz için bir fırın ekmek yenilirse yeter mi? Bilemem. Kendini turistik sanan seri üretim tarzı restoranlarda sipariş verildikten sonra iptal etmeme, hasta müşteriye yakınlık ve ayrıcalık vs konularda kabalığa varan yaklaşımlar gördüm. Hele biri var ki ismini bulunca yazacağım, garsondan dayak yemeden kurtuldum ya şükrediyorum. Onlar da benden kurtulduklarına sanırım. 🙂
  • Bulgaristanda Hastane’de Bulgar arkadaş aracılığı ile muayene 20 Leva = 10 Euro. Doktor Augmentin vs tüm ilaçları yazdı. İşe de yaradı hepsi, sağ olsunlar. İlaç fiyatları da ölümcül değil.
  • Sofya’da araba park yerine hostel ücretinden fazla ödeyebilirsiniz. Bekçili park yeri arabayı güvende tutmak için önerilir. Bende işe yaradı.
  • Bulgaristan yollarında hız sınırlarına son derece hassas uyduğum için normalde 3 saatte bitecek yolculuklarım 4-5 saat sürdü.
  • Hız sınırına uymam, Bulgar şöförlerin sinir sınırına uymadığından delirttim onları.
  • Yol üstü lokantalarda köfteler enfes.
  • Beni hiç polis durdurmadı (Korkak tavşan uzun yaşar. 🙂 (Yaşar da ne olur? O da başka konu…)
  • 2014 Temmuz sonu tüm börtü böcek bana saldırmaya proglanmıştı. Türk düşmanı sinekler, böceklerle dolu bölge. 😛  SİNEKKOVAR tipi koruyucuları kesinlikle unutmayın
  • OTEL KLİMASI öldürür, Sinek Isırığı süründürür. Plovdiv kliması öyle soğuttu ki, dört gece yatakta veya yolda titreye titreye yandım (ateşlenince titreyerek üşüyormuş gibi vücut ısısı artma hali) + Eklem ağrısı (bir araba dayak yeme simülasyonu)
  • Benzin bizden çok ucuz (diyorlar). Ben para hesabından pek anlamam ama ucuz.
  • RENAULT Servise gidip “Yahu Hristo ses geliyo altından uzun yola gidiyorum bi zahmet baktırır mısın?” dedim, Türkiye’den daha iyi, samimi ve izah ederek kontrol yaptırdım 18 Leva aldılar. 9 Euro. 27 TL’ye yaptırır mısınız bilmem?
  • Bana hiç Gulyabani rastlamadı veya ben onlardan uzak durdum. Tanıştığım büyük yüzde oldukça sevimli ve yardımseverdi.

SIRBİSTAN;

  • Girişte sadece Pasaport ve Green Sigortamı sordular.
  • Sınır Geçişi sonrası tüm yolda Türkçe levhalar devam.
  • Çok tanımadan Niş’e geliş yolu çok hoşuma gitti.
  • Hız sınırına uydum. Bana kızıp yol yapım bölgesinde sollayanı, hiç sıkıntılı bir durum yokken durdurup cezalandırdılar muhtemelen.
  • Niş insanını (daha doğrusu Hostel sahiplerim başta olmak üzere tanıdığım insanlara kanım ısındı)
  • Sırbistan’daki şu anki tecrübem, çoğunluk İngilizce’de zayıf. Bulgaristan’da sorun yaşamıyorsunuz ama Sırbistan meramınızı anlatmakta biraz yorabilir.

04 Ağustos 2014, Pazartesi, (Drvengrad, Sırbistan) ve (Visagrad-Andricgrad-Republic of Srpska in Bosna Herzegovina)

Sabah Çaçak sonrası yola çıkarken Teodoranın yol tarifi yeterli oluyordu. (Pazar günleri ortalıkta kimsecikler olmayınca otopark da bedava doğal olarak. Ancak Pazartesi sabahı 07:00’da hayatın başlamasıyla arabanızın ön camında bulacağınız kağıt bir ceza değil, İSPARK muadili otorakçıların taksimetre fişi. Bunu bırakan kız hemen geldi ve 50 Sırp Dinarı ki 50 cent değil. Yani bir Euro dahi değildi verdiğim 2,5 saatlik park parası.)

Çaçak sonrası harika bir yoldan Uziçe’ye geldim. Uziçe sonrası da aynı harikuladelikte devam etti. Buraya Sırpların Alpleri diyorlarmış. Hiç yanlış değil. İnsan olanı heyecanlandıracak bir doğadan ilerliyorsunuz. Benim gibi yavaş araba kullanan biri için ideal. Mileti kanser etmemek için de bol bol el kol hareketiyle “Geçin, geçin!” diyerek ve herkese yavaşlayıp yol verere ilerlemem bu sefer gerçekten takdir kazandı. Selamlaşmalar, kornalar, el sallamalar vs. Yol ise tek kelimeyle HARİKULADE!!!

Mokra Gora yanındaki Emie Kusturica’nın 2008 yılından beri kendi adını da andıran Almanca isim benzetmesiyle birlikte “Küstendorf” Film Festivalinin organize edildiği Etnik Köy (Ethno Village) Drvengrad’a ulaştım. Dravengrad (Odundan/Keresteden şehir) köyü bölgedeki evlerin buraya nakledirek ve bakım görmüş haliyle teşkil edildiği bir film seti aslında. Kusturica’nın “Life is a miracle” filminin çekildiği büyük bir set. Ancak akıllıca başka amaçlara da hizmet etmesi mümkün hale getirilmiş. Wikipedia’d yazdığı kadarıyla usta yönetmen İngilizcesiyle şöyle demiş:

Emir Kusturica stated:

I lost my city [Sarajevo] during the war. That is why I wished to build my own village. It bears a German name : Küstendorf. I will organize seminars there, for people who want to learn how to make cinema, concerts, ceramics, painting. It is the place where I will live and where some people will be able to come from time to time. There will be of course some other inhabitants who will work. I dream of an open place with cultural diversity which sets up against globalization.

Şapka çıkartıyorum. Ben de benzer projeler gerçekleştirmeyi arzuluyorum. Anti-Globalist yolda insanlığın şekillenmesi için adım atan herkesi aynı saygıyla selamlamaktayım.

Drvengrad…

Drvengrad çıkışından yaklaşık 10 km sonrasında sınırdan geçerek Bosna Hersek topraklarına giriş yaptım. Sırp sınırından çıkarken ekolojik denge için 1 euro civsrı bir vergi aldılar, son kuruşuna kadar helal olsun. Bu görüntünün içinden geçmek bile bir ödüldü. Kıvrılan nehirle birlikte kıvrılan yollar, dik dağların yamaçlarında açılmış tüneller, ağaçlarla dolu tepeler, göz alabildiğine yeşillik. Çocukluk hayallerimde olan uçarak tepelerinde süzülmek istediğim engin çayır, orman, nehir kısacesı her şeyiyle mükemmel doğa görüntüleri.

Bu çıkışım bir veda değil zira bir iki gün içinde tekrar Sırbistan’a dönüp kısmetse GUCA (Guça okunuyor) Trompet festivaline katılacağım.

Andricgrad…

Bu da Kusturica inisiyatifiyle gerçekleştirilmiş Ivo Andric’in romanını yazdığı Drina Köprüsünün kıyısında yer alan bir eğitim ve sanat köyü olması arzu edilen yer. Ivo ANdriç’in anısına Andriçgrad adı verilmiş. Burada bir çok sanat atölyesi, kursu hatta Enstitü bağlamında fakülteler açılacak. Uluslararası sanat etkinliklerine de ev sahipliği yapacak köy mimarisi ile de güzel bir yapı. Bu topraklarda egemenlik kurmuş her ülkenin, kültürün mimarisine yer verilmiş avlular mekanlar var. Bizans, Türk, Avusturya-Macaristan ve modern mimamri örnekleriyle işlevsel ve kendi gelirini de üretecek bir erdem ve kültür köyü olacak.

Akşam Visegrad ve Drina köprüsü sokaklarında dolananlarla beraber piyasa yapıp, otelime gelip güzel bir uyku çektim. Yarın Saray-Bosna’ya gidiyorum. Buradan 110-120 km civarında olduğunu duyunca kaçırmak istemedim. Belki gezinin sonun da bir de diğer taraftan gelirim üşenmez isem.

05 Ağustos 2014, Salı, Saraybosna (Sarajevo)

Mükemmel bir yolla Visegrad’dan Saray Bosna’ya geldim. Hele yolun ilk yarısı olan 50-60 km’de sol yanda nehir, sağda ona dik inen dağlar ve bu dağlara açılmış tünellerden geçe geçe gelirken gözümü muhteşem doğadan alamayıp defalarca arabadan indim. Altını çizerek çok çok keyif aldığım araba sürerken etrafın görüntülerinin, her indiğim yerde de tertemiz havanın olduğu bu yolculuk çok iyi idi. Sadec bir ufak istisna bir kısmının çöplüğe döndüğü Drina nehrinin çok geniş bir kesimi de olsa pet şişe ve naylonlarla dolu görmek üzdü. Bunları uygun şekilde toplamak, çöpleştirmek, dönüştürmek bu kadar mı zor desem de çok zor olduğuna eminim. Neyse yol bu sıkıntıyı geride bırakacak kadar güzel. Dalmaçya kıyılarından gelirken Mostar ve onun sonrasındaki yolun çok zahmetli olduğunu söyleyenler var. Bu yolda da 70 km’yi geçemiyor ve ortalama 60 km süratle ilerleniyor. Ben sevdim ama. Konuya dönersek yolun yarısı böyleyken diğer yarısı da bazı bölümlerinde göz alabildiğine geniş harika bir cennet çayırları görüntüsündeydi. Sonuç olarak, bu yolculuk hoşuma gitti. Saraybosna’ya gelirken ise sağanak yağmur merhaba diyordu.

Saraybosna oldukça modern görünümlü ve ona ulaşılan yol gibi iç açıcı bir şehir. Bir zamanlar buralarda yaşananları anlamak için çaba sarfediyorum, beceremiyorum. O döneme ait çelişkili ifadeleri var iki tarafın. Sırpların da bir hikayesi var, Bosnalıların da. Tam da bu noktada Bosna’da Murat Kustirica’dan olma ve aslında Saraybosnalı Emir’in bu konuda dediklerini de anlamaya çalışıyorum. Burada ne sınırlar, ne milliyetler, ne diller, ne dinler, ne halklar öyle bir çırpıda anlaşılacak gibi değil aslında. Epey zahmet istecek buraların şifreleri. Yine de yeni okuma ödevleri, inceleme konuları not defterine geçti.

Emir Kusturica’nın konuya değişik bir bakış açısı verebilecek bir söyleşisi: 

BÜREK yemeden olmaz. Büreğimi yedim. Bir de tipi Sarajevo tabağı isteyim dedim. Yaprak sarma, soğan, kabak ve biber dolmasından oluşan sahanda ısıtılmış yemek geldi. Şükür bu gün de doyduk. “Drenjak”  ismili olan kızılcık kompostosuna bayıldım.

06 Ağustos 2014, Çarşamba, Visoko (Bosna-Hersek)

Visoko Piramidini gezdim. Gece de Visoko’da kaldım. Yağmur peşimi bırakmıyor. Kapalı, nemli, yağmurlu bir hava. İngilizce kısmında oldukça detaylı yazdım Güneş Piramidi dedikleri bu piramidi. Ancient Alliens topluluğunun bayılacağı detay ve gizemler var burada. Çok güzel bir gündü. Petek ve Hasan’la tanıştık. Çok iyi ve enerjili genç çift. Bratislava’dan Tomas zor parkurlarda destek oldu ve birlikte gezdik.

Visoko sanki müslüman nüfusun biraz daha fazla olduğu bir yerleşim gibi geldi bana. Saraybosna’ya çok yakın. Saraybosna’dan Zenica otobanına çıkınca ikinci çıkış Visoko ve 20-25 dakikada ulaşılıyor. Dedim ya yağmur yakamızı bırak madı ama yağmura inat, öksüre aksıra, tıksıra her adımda t-Shirt değiştire değiştire ilerledim.

Bu bölgelerde Almanca da çok işe yarıyor. Bulgaristan da dahil olmak üzere yabancı dil bilmeyenlerle (çoğunlukla çaresizlik durumlarında) Almanca kelimelerle anlaşmak mümkün.

07-08 Ağustos 2014, Perşembe/Cuma, Guča (Sırbistan)

Guča… Müthiş bir etkinlik. Böyle bir festival neyle karşılaştırılır bilemem ama dediklerine göre Miles Davis “Bırakın Woodstuck’ı, Burning Man’i. Ben Guča gibi bir festival görmedim” demiş. Bazı konularda abartı sevilebilir ama bu etkinlikle anlatacaklarım kesinlikle abartı değil. Hatta gecenin dördünde yazdığım bu yazıyı uyku ile uluşmak adına kısa kesmeyecek olsam herhalde sabahı ederim.

Her taraftan yükselen dumanlar ve kokuları Sırp stili mangalları simgeliyor ve yeme içmenin tavan yaptığı bu festivale damgasını vuran ortam görüntülerinin başında bu devasa mangal tezgahları ve kızaran etler geliyor. Tabii ki festivalin adını veren metal nefesli bando(cuk)ları. Her yerde ve dudakları patlayana kadar çalan ve genelini (hatta hepsini diyebilirim) çingenelerin oluşturduğu en ufağı beş kişilik gruplar. Her grubun kendine göre kostümü var. Restoranda, kafede otururken, yolda yürürken veya yerde otururken sizi yakaladılarında hem siz, hem onlar hem de çevredekiler için bir eğlence başlıyor ki sormayın. Bu ortamda yerinde durmak mümkün değil, genci yaşlısı, kadını erkeği, çoluk çocuk dahil herkes oynamaya başlıyor. Bu dediğim de her on metrede herkesin başına gelen bir şey. Yok böyle şamata ve eğlence. Üniversite yıllarındaki açık hava partilerimizde, Sports-fest’lerde çok çılgın eğlenirdik sanırdım. Yanılmışım, buraya buyrun.

Sırp kültürünün müzikle özdeş olarak yaratıldığı ve halkının gönülden katıldığı bu festival çok ihtişamlı, gürültülü, samimi, sarhoş, dostça, paylaşımcı, eğlenceli, coşkulu, tutkulu, samimi, sevgi dolu. Binlerce araba ve kurulmuş çadırlar ve çok sayıda olmalarına karşın son derece ölçülü ve yokmuş gibi güvenlik görevlileri. Ben bu satırları yazarken hala enerjisi kalan varsa emin olun kulaklarına Goran Bregoviç’in “Kalacnikov”u çalınıp oynayan insanları seyreden güvenlik görevlileri vardır.

Festivali daha detaylı olarak anlatmayı düşünüyorum ama uyku için izninize sığınıp 2013-Guca’sı için hazırlanan vidyoyla sizi baş başa bırakıyorum.

Vakti olanlara geçen yılki konserden 27 dakikalık bir video. İzlemenizi öneririm buranın ruhunu gayet iyi yansıtmış. Guca 2013/ Boban & Marko Markovic.

09 Ağustos 2014, Cumartesi, Belgrad (Sırbistan)

Belgrad’dayim. Iyiyim. Yorgunum yatiyorum ama mutluyum. Hepinize simdiden iyi pazarlar.

SIRBİSTAN VE ÖZELLİKLE GUÇA FOTOLARINA BURADAN ULAŞABİLİRSİNİZ.

10 Ağustos 2014, Pazar, Belgrad (Sırbistan)

Belgrad’dayim. Bu sabah ZEMUN bölgesini gezdim. Merkezden 15 veya 84 numaralı otobüslerle ZEMUN’a ulaşabilirsiniz. Nerede ineceğiniz ise o kadar net değil. Şanslıysanız ve Gardoş bölgesine gideceğinizi söylerseniz biri size inip yürümeniz gereken yönü gösterebilir. Ne gam! Kaybolarak yer bulma konusunda uzmanlaşmıyorsanız veya içgüdü ile yerleri hissetme duyunuz yoksa korkak tavşan misali evde oturun. (Kızmayın canım, gezmek böyle bir şey) 🙂 Neyse, ZEMUN’da inince Gardoş’daki Milenyum Kulesine kadar yola giderken eski kente varmadan önce açık bir meydan pazarı göreceksiniz. Ama benim gibi yanlış adamlara sorup inerseniz gereksiz bir çingene çıfıt çarşısını da görebilirsiniz. Bölgeyi bulunca;

  • Milenyum Kulesinden (200 Dinar karşılığı) Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği noktayı yukardan görebilir ve fotoğraf çekebilirsiniz.
  • Balkan Ekspres kafesinde naif bir mola verebilirsiniz. (Gardoş kulesinden ilerde mezarlığın yanından sağa sapın veya sorun)
  • Gardoş ve Eski kent (old town)’a gelmeden (ki Arnavut kaldırımlı caddelere varmadan önce)
  • Benim gibi ineceğiniz yeri geçerseniz Çingenelerin atık malzemelerden oluşan Bit Pazarı misali (seviyesi oldukça düşük) açık pazarı görebilirsiniz.

NICOLAS TESLA MÜZESİ…

Nikolas Tesla, Hırvatistan doğumlu bir Sırp sanırım. Yoksa neden Hırvatistan’da doğmuş olsa bile müzesi Sırbistan’da olsun ki? Müzeye gelince ufak bir yer ve kısa bir rehberli tur (ki 300 metrekare bir ev gibi) için oldukça pahalı (500 Sırp Dinarı). Teknoloji ve Tesla ile ilgeleniyorsaız değer, yok sadece Bilim İşte diyenlerdenseniz kapısını bulmaya bile çalışmayın 🙂

Buraya girişte sevimli bir gayrı-resmi çete elemanları Atalay ve Ozan ile tanıştım. Enerji patlaması. Ardından da Cem ile merhaba dedik. Hepsi sevgi dolu akıllı arlkadaşlar. Gezmenin keyfi burada. İstanbul’da görüşmek üzere arkadaşlar!

Gece nasıl biter bilmiyorum ama iki saattir blok yaz resim yükle Power Nap falan yapamadım. Bir grup hostel hayvanı (ki genellikle avrupa anglasakson ları) ile aynı ortamdayım. Sahte gülüşler Really’ler havada uçuşuyor. Allahtan şu blog var da bu sahte yüzlü (genel) soytarılarla muhabbete vaktim yok. Yazımı bitirmenin gururu ile alkol bağımlısı sahtekarları terk edip dışarı çıkacağım.

— GÜNÜN SONU—

Keyfim pek yerinde. Size bir Goran Bregovic daha gonderiyorum.

11 Ağustos 2014, Pazartesi, Belgrad (Sırbistan)

Belgrad’dan çıkamıyorum.

Ada Ciganlija… Sahici Bir Deniz Sefası

Kısaca Ada denilen bu yer bir göl ve bu karasal bölgenin ortasında vaha ötesi bir plaj işlevini fazlasıyla görüyor. Şehirden 1 veya 37  numaralı otobüslerle buraya yaklaşık 15 dakikada ulaşılabiliyor. Otobüse binerken de ineceğiniz durağı anlamak için veya Ada’ya ulaşmak için yapmanız gereken tek şey havlulu, bikinisini giymiş ve üstünde rahat bir elbisesi olan plaj insanlarını takip etmek.

Ada upuzun bir göl. İki kıyısında da 20 metre genişliğinde çakıl plajlar var. Şezlonglar, şemsiyeler salıncaklı oturaklar. Hemen bunun üstünde yürüme yolu ve yolun sağında restoran ve özellikle atıştırmalık yiyecekler sunan değişik değişik kafeler. Kafelerin ardında da geniş çayırlar, tahta oturma bankları, mükemmel gölge veren devasa ağaçlarla burası tam bir cennet. Belgrad’da da deniz mi olurmuş demeyin. Buraya mutlaka gelin. Su da oldukça temiz ve yüzmek keyifli. Gölde yüzmeyi sevmesem de epey yüzdüm. Ara sıra alttan uzanan yumuşak sazlar gıdıklasa da bunlar çok küçük ve sıkıntı yaratmayacak kısımlar. Sakın ha saz deyince amazonvari bir ortam aklınıza gelmesin, çok güzel bir yer burası. Ayrıca akşam üzeri de sadece deniz değil kafe, göl kenarı sefası veya çimenlerde müzik yapanlara katılmak da mümkün. MUTLAKA’lardan biri olsun.

Ada dönüşü Ozan, Cem ve Atalay (OCA) ile buluşup nehrin Kalemegdan (Kale Meydan) dedikleri yeri karşıdan gören çamurlu sulu Tuna kenarında oldukça hoş bir kafede oturduk. Lüks ve genele göre fiyatlar pahlıydı. İlginç olan menüsünde Sadri Alışık, Cüneyt Arkın, Yılmaz Güney, Ahmet Tarık Tekçe ve eski filmlerinden fotoğrafları barındırmasıydı. Sahibi Türk mi dedim ama tatminkar yanıt alamadım.

SKADARLIJA, Renkli, Müzikli, Samimi Restoranlar Sokağı…

Gece merkezde SKADARLİJA bölgesinin Belgrad Nevizade’si diyeceğim ama uymayacak tam. Arnavut kaldırımlı yollarda sağlı sollu balkonumsu terascıklarda veya yol üzerinde masaların kurulduğu (GUÇA’dan farklı ve biraz daha turistik) gitarın az tellisi ve küçüğü, kontrabas, akordiyon ve değien kombinasyonda müzik aletlerinden oluşan Kumkapıvari yaklaşımlı seyyar orkestracıklar. Vay be tarife bak cek, cak cık cuk. Vakit çok az ne yazdığımı tam okuyamadan yolluyorum düzeltmeleri sonra yaparız. Neyse konuya dönersek, Sırp Mutfağının yemekleri ama özellikle et üzerine. Bir de onların eksik olmayan milli içkisi Rakıya (Fruit Brendy). Valla tadı iyi değil belki yıllar yılı rakıya olan alışkanlık ama Şili ve Peru’nun Pisco’sunu burada şapka çıkararak anmadan edemeyeceğim. Salatalardan müptelası olduğum KUPUS (Kabak diyorlar ama bana göre lahana). Zeytin Gemlik seviyesine yaklaşmasa da var. Bizim çete (OCA) ve arkadaşlarıyla keyifli bir akşam yemeği oldu. Şarkılar türküler. ir de yemeğin sonunda GUÇA’da rast geldiğim 4 can İtalyan arkadaşla da rastlaşmayalım mı? Kırk yıllık dostların sarılması gibi kucaklaştık. Baktım da yine çok öznel olmaya başladım, ne yapalım benim seyahatname olunca bazen, amatör ruhumuzla gezilen yeri anlatırken özel ayrıntılara da giriliyor. Çok özellere değil ama 🙂

Gezginden Gezi Üzerine Atmalar, Tutmalar…

Bu Skadarlija denen yerin çıkışı benim hostel Hedonist’in bulunduğu SİMANA sokağına çıkmıyor muymuş. Burnumun dibinde festival olmuş da her gece haberim yok. Benim gibi gezmekle bile dibine varılmıyor. O yüzden gittiğiniz yerlerde çok kasmadan akışına göre gördüğünüz ve o anda fiziksel, ruhsal durumunuzun alabildiği dozu kullanın. 🙂

12 Ağustos 2014, Novi Sad (Sırbistan)

Akşam üzeri geldim. Burası bir harika. Kalede akşam yemeğinde harika tel şehriyeli tavuk suyu çorbayı içerken Tuna üzerinde ışıklandırılmış köprü görüntüleri müthişti. Çok rahatlatıcı bir şehir burası. Belgrad’daki genç Türk ekibini bıraksam da burada derhal Paris’ten Benjamin ile arkadaş olduk. Eski kent (old Town) içindeki barlar sokağının atmosferi de çok güzel ve canlıydı. Sırbistan çok güzel zaman geçirilebilecek bir ülke. İnsanları da oldukça sevecen. Yavaş yavaş Sırpçaya da ısınmaya başladım. Vakit olunca onları da yazacağım.

13 Ağustos 2014, Novi Sad (Sırbistan)

STRAND Plaj Bölgesi…

Sabah kahvaltısını STRAND’da yaptım. Strand Almanca plaj anlamına geliyormuş. Belgrad’daki ADA gölü benzeri bu yer de harika. Tuna’da yüzmek gölde yüzmek kadar kolay olmasa da ve biraz daha (oldukça) soğuk olsa da plaj görüntüleri ve yaşantısı çok keyifliydi.

EXIT Festivali…

Her Temmuz ortası burada EXIT festivali olurmuş. Değişik tiplerde müziğin yer aldığı bir festivalmiş. Bu yıl kaçırdık ama önümüzdeki yıl mutlaka gelin diyorlar. Kalede yapılıyormuş. EDM’den Hard Rock’a ve Latin müziğinden diğer bir çok türe kadar türler yer alıyormuş. Dediklerine göre (officially) Avrupa’nın en iyi festivali seçilmiş.

14 Ağustos 2014, Novi Sad (Sırbistan)

Frusko Gora…

Novi Sad’ın yakın çevresinde yarım veya bir günde yapılacak bir turda gidebileceğiniz milli park alanı, şarap üretimhaneleri, Rakıya üreten evler, Tuna kenarında restoranlar ve çok sayıda olan Manastırlardan bazılarını dolaşabileceğiniz bir bölge.

Sivrisinekler, Öfffffff. 😦     MUTLAKA Sivrisineklere karşı ilaçlarınızı, losyonlarınızı alın, kullanın.

Bu yıl Balkanların çok yağışlı geçen yaz mevsimi ve Sırbistan’ın yaşadığı sel felaketi sonucu zıvanadan çıkan sivrisinekler gerek Belgrad’da gerekse bugünkü yemyeşil milli park bölgesinde canımdan bezdirdi. MUTLAKA KORUYUCU losyon veya ilaçları yanınızda bulundurun. İlaçları sürünseniz de yemyeşil doğada yürümenin zevkini engelleyecek kadar çok ve rahatsız ediciler.

Yummy Kebab…

Türk işletmeci Gökhan beyin Yummy Kebab restoranı bugün Novi Sad’da ilk gününde hizmet vermeye başlamış. Güleryüzlü ekip, leziz yemekleri, temizliği ve hoş dekorasyonuyla Novi Sad’a yolu düşenleri bekliyor. Kolaylıklar diliyorum. Sevgili Gökhan, Murat ve Bülent’e. Yummy Kebab Njegoševa 3,- adresinde. Şehrin tam göbeğinde. Ana meydandaki Katolik Kilisesine ve Atina Restorana çok yakın. Bu harika kente gelmek için bir mutlaka sebebim daha var.

15  Ağustos 2014, Budapeşet (Macaristan)

Novi Sad’dan Budapeşte’ye…

Sırbistandan çıkmak her açıdan zor oldu. İnsanlarını ve son kaldığım Novi Sad’ı çok sevdiğimden hem de Avrupa’nın içine doğru yönelen aşırı araç trafiğini geçemediğimizden. Uzun kuyruklardaki bir araba da biz olduk. Bu sefer misafim Yeni Zelanda’dan Matt idi. Genelini Almanya’da çalışan işçi yurttaşlarımızın, kardeşlerimizin oluşturduğu trafik, sınıra yakın son 3 km.lik yolu yaklaşık dört saatte almamıza sebep oldu. Bu da başka bir deneyim.

Subotica…

Budapeşte’ye giderken Subotica yolumuzun üzerindeki son kentti ve ona da uğradık. Bir buçuk kadar zaman geçirdim. Harika peynirli böreği ve çukolatalı Kurosan’ı yer ve kahveleri yudumlarken kısa bir kent keyfiydi. Ateş alır gibi uğramalardan biri. Bu ateş alır gibi uğrama sözünün kökenini araştırmak geldi içimden, ancak Sziget festivalini yaşamak için birazdan çıkmam gerek. O yüzden ana konuları yazıp çıkacağım. Neyse…

Paliç Gölü ve Dinlenme Tesisleri…

Google map’ten bakarsanız otobandan subotica’ya gelmneden veya Subotica’dan otoban’a giderken ne kadar yakın olduğunu göreceksiniz. Huzur azgını bir göl. Suyu yüzülecek gibi değil ama termal havuzlar sizi bekliyor.Bu huzurlu ortamda da durup Matt ile kahvelerimizi içtik. Pek ayrılınacak bir yer değilse de Budapeşte bizi bekler.

Budapeşte’ye geldiğimizde, Matt’in hosteline bıraktıktan sonra kendime kalacak yer bakmaya başladım. Çok yorgundum ve … Türk aklı işte, neyse ders şu ki; ufak yerler tamam ama büyük kente gelirken hatta orada Sziget gibi bir festival varsa mutlaka yerini önceden ayır. Uzun ve maceralı bir yer bulma gecesi sonunda gece 11’e yakın bir saatte TreeStyle hostelindeki tertemiz yatağıma uzandığımda ne buranın bir Party Hostel olması ne de sokakta sarhoşluk çığkıklarını atmaya başlayan genç Avrupalılar umrumda olmayacak kadar huzurlu bir şekilde uyuyordum. Bayıldım tabiri daha uygun olabilir. 🙂

16,17,18,19  Ağustos 2014, Budapeşet (Macaristan)

Görülebilecek Yerlerin Kısa Listesi…

PEŞTE tarafı;

  • Kahramanlar Meydanı
  • Banyolar (Ben RUDAS’a gittim ama öneri listesi yandaki linkte) http://www.budapest.com/recreation_wellness/budapest_thermal_baths.en.html
  • Güzel Sanatlar Müzesi (Kahramanlar Meydanında heykellere yüzünüz dönükken solunuzda kalan sütunlu bina, belli zaten),
  • Kahramanlar Meydanının ilerisi (Tarım Müzesi dediğine bakmayın sağda şato, kale karışımı bir bina zaten ilginizi çekecek. Onun karşısında da açık havuzu ile Szecheny (Seçenyi) Banyosu var.
  • Szechenyi (Seçenyi) Banyosu. Turistik olduğundan geç saate kalırsanız bazen önünde uzun kuyruklar oluyor. Erken saatte giderseniz 09:00 rahatça girersiniz. Kapalı kısmı var mı bilemiyorum ama açık havuz kısmı için güneşli bir günü (en azından yarım günü geçirmek için planınızda olsun)
  • Parlamento Binası
  • New York Cafe (M.Belge’nin kitabında geçiyordu, gidemedim, içimde kaldı)

BUDA tarafı;

  • BUDA Kalesi (İçinde Ulusal Tarih Müzesi de var. Kale içi ve yakın çevresi güzel)
  • Mathias Katedrali ve etrafındaki mekanlar (BUDA Kalesi çıkışında)
  • GELLERT Tepesi (Turistlerin uğrak yeri, şehri panoramik olarak görmek için güzel nokta)
  • RUDAS Banyosu (Hemen Erzsebet Köprüsünün Budaya geçişinde solda kalıyor. 107 numaralı otobüs önünden geçiyor.)

Şimdilik aklımda olanlar bunlar. Notlarımı inceleme şansı bulur bulmaz bu kısmı biraz daha geliştirebilirim.

SZIGET Festivali…

Boğaziçi Üniversitesinde yaptığımız SportFest’lerden azıcık daha kapsamlı. 🙂 Biri 50.000 katılımcılı dedi. Ne kadar doğru bilmem ama boş dedikleri dün bile adım atacak yer zor bulunuyordu. İlgilenenleri için daha detaylı resmi bilgi için festival sayfasını yazıyorum, ben izlenimlerimle decva edeceğim.

http://szigetfestival.com/

Vallahi genç olmak, kanın kaynaması ile doğru orantılı bir festival ama bir çok etkinlik de var. Günlük giriş 50 Euro. Pay Pass’ı doldurup yemeğinizi, içkinizi her alışverişinizi bununla yapıyorsunuz.

Oldukça gemiş bir alan Metro ve devamında trenle ulaşmak mümkün. Ayrıca tekne seferleri de var. Gelirseniz isteğinize göre şekillendirirsiniz.

Tam bir şamata, konser alanları, sanat standları, oyunlar, spor alanları, çadırlar, Tuna kenarı barlar, her yerden yükselen mizkler. Bu arada EDM’i (Electronic Dance Music) sevdiğimi burada anladım. EDM ile uyumlu şekilde pillibebek tarzı naif ve sürekli zıplamaları olanları görünce ben de yerimde duramadım.

OUTKAST’ın konseri vardı ma ben ön grup olarak çıkan KOOKS’u daha çok sevdim.

Budapeşte Pahalı Geldi…

Diğer gezdiğim yerlerden sonra Budapeşte biraz pahalı geldi. Sziget Festivalinin de bunda etkisi var. Sziget’e gittikten sonra izlenimlerimi yazacağım. Karşılaştığım Şennur hanım, İstanbul’dan daha pahalı olmadığını söyledi. Para işlerini anlamadığımdan doğrudan görüşlere katılıyorum. Bir Norveç’li de Norveç’te bir bardak kahvenin 6-8 Euro arasında değiştiğini söyleyince pahalılığın nerede olduğu anlaşılıyor. Yorgunluk sonrası güzel uyku ve kahvaltıyı yaptığım yetrde elimde Murat Belge’nin kendi tarzında yazdığı Başka Kentler, Başka Denizler kitabını tekrar incelerken İletişim Yayınlarındaki editör arkadaşın bu tarzda eser basmıyoruz sözü ve Murat Belge’nin oranın sahibi veya kurucusu olması nedeniyle bastıklarını söylemesi ve Güney Amerika kitabımın BASILMA-MA macerasını tekrar hatırlıyor ve gülümsüyorum. Değerler toplumu olduğumuzda ve adalet herkes için uygulandığında hayat çok daha güzel olacak. Daha derine girmeden burada STOP…

İki, Üç, Yedi Günlük Ulaşım Biletleri…

Ben üç günlük aldım ve yaklaşık 4200 Forint (Macar parası) verdim. Şu ana kadar bir kez otobüse bindim. İYİ BİR YÜRÜYÜŞÇÜ iseniz zorda kalmadıkta merkezi Budapeşte’de bu bilete ihtiyaç yok ama herkesin durumu farklı. Binip binip gezmek isterseniz de çok hesaplı.

Foto Makinası Sensör Lekesi…

Budapeşte’yi yürüyerek keşfe çıkmışken ilk duraklarımdan Istvan Bazilikasını fotoğraflarken başımdan aşağı kaynar sular indi. Makina elden çıktı. Deniyorum hep leke var. Sensör yandı herhalde dedim. Çaresiz yeni makina alacağız derken bazilikanın az ilerisinde CAM OPTICA gibi isimli bir dükkanı tarif ettiler. Dükkana geldim, kendinden emin biri baktı “Ver makinayı” dedi. Yukarı çıkıp geldi. İşlem tatm sensörü temizlemiş. Babacan fotoğrafçıya kaç para dedim. 3000 Forinti yazdı bir kağıda Gülümseyerek parmaklarımla 2 dedim. Güldü Ok dedi. Sadece sensörü temizlemişti. Ama beni büyük bir sıkıntıdan kurtadı. Sanat ve bilgisine saygı 2000’i verdim ve gülerek şehri dolaşmaya devam ettim.

El Sanatları Festivali…

Burada bulunduğum tarihte Türkiye’nin özel davetli katılımıyla geldiği bu festivale yolumun düşmesi Kerem ile füniküler önündeki meydanda konuşmamız üzerine gerçekleşti. İyi ki de gitmişim. Kentin dokusu yerine kültür dokusunu anlamak üzere güzel bir şans oldu.

http://www.budapestbylocals.com/festival-of-folk-arts.html

Taba’ni Gösser’de Kaz Ciğeri Kızartması…

TABA’NI GÖSSER kentin BUDA kısmında Atilla Caddesi 19 numarada bir Restoran. Sabah kahvaltı ettiğim yerdeki kızın tavsiyesi üzerine gittim. Kızarmış Ciğer yanında üstü kızartmaya elverişli un gibi birşeyle kaplı elme ve püre yanında Tokaji Azsu şarabıyla çok leziz bir akşam yemeği yedim. Türklere büyük hürmet var burada da. Tüm garsonlar ve ilgilenenler Türkçe “Afiyet Olsun” İyi Akşamlar, Merhaba, Güzel vs. ne varsa bildikleri sıralıyorlar.

Biraz da Umutsuzluk Haberleri…

Bu gezide karşılaştığım ve özellikle dikkatimi çeken şeylerden biri her ülkede Gençlerin Geleceğe Karşı Umutsuzluğu ve Yaş Alanların geçmişe Öykünmesi oldu. İstisnasız paraları az, fakat oryantel bir anlayışla mutsuz değiller gibi görünseler de ekonomi ve, parasızlık ve işsizlik çoğunu ileride ilkesiz hale getirme tehlikesi taşıyor. Pamuk Prenses ülkesi ve sürekli dans eden insanlar görünümleri arkasında belki dönemsel ama ekonomik çöküntü izleri her yerde görünüyor. Aklınızda bulunsun.

Türk Dizileri…

Bir diğer genel tespit de, şimdiye değin geçtiğim her ülkede Türk dizilerinin çok yaygın olması. EZEL, MUHTEŞEM SÜLEYMAN ve adını benim bilemediğim diziler buralarda oldukça revaçta. Hatta Türkiye tanıtımı bu diziler üzerinden oluyor.

Bir de internet fenomeni olarak beni tanıyorlar 😛 🙂 Sayenizde. Teşekkürler.

Yamina ve George…

Akşam ise muhteşem Cezayir asıllı Yamina ve sevgilisi George ile müthiş vakit geçirdim. Hostele döndüğümde saat 02:30’du. 🙂 Yorucu oluyor ama çok tatlı insanlarla tanışmak ve özgürlüğü dibine kadar hissetmek harika bir duygu.

19-21  Ağustos 2014, Bratislava (Slovakya)

Bosna, Visoko’da karşılaştığım Tomas Kmet’e çok teşekkür ediyorum. Aynen orada konuştuğumuz gibi evini açtı bana. Zaten Couchsurfing’den oldukça fazla sayıda misafir kabul etmiş biri. Sağol Tomas!

Tam bir dinlenme ve toparlanma süreci yaşıyorum. Dinleniyorum. Ahıra dönmüş arabamın içini düzenledim, çamaşır işim halloldu. Her şeyiyle bir rahatlama ve düzeni yeniden sağlama süreci. Bugün nüfusma kaydeceğim Daria’yı da Prag’a yolcu ettikten sonra eve gelip dinlendim. Daria’dan hiç bahsetmedim ama son iki günde oldukça fazla beraberdik. Sziget’de zıplarken cüzdanını kaybetmiş, çok küçük görünen ve küçük olan bir Ukraynalı. Budapeşte’den buraya beraber geldik. Dün o da Tomas’ta kaldı. Cep harçlığını da verdik. Yollarda sürünüyor olacaktı yoksa. Gezginin gezgine yardımı. Helal olsun.

Bir Kenti Sevmek…

Bir kenti sevmek, ya bir anda oluyor ya da zaman istiyor. Budapeşte Buda ve Peşte’yi ayıran Tuna nehri üzerindeki köprüleri, gece ışıklandırıldığında daha bir etkili Parlamento binasıu, Szechenyi (Şeçenyi) banyoları, Kahramanlar meydanı, renkli gece hayatı ve son 20 yılı aşkın sürede Sziget festivali ile görülesi bir yer olmasına karşın benim bu şehre iyice ısınmam için biraz zaman gerekecek gibi.

Gerekçelerim tamamen duygusal. Değerli blog takipçim Bülent BAKAN’ın yorumlarında belirttiği gibi, insan seyahat ettiği yerlerin edebiyatını, tarihini okumalı önce. Budapeşte bu açıdan şanslı bile sayılırdı çünkü Murat Belge’nin Başka Kentler, Başka Denizler sersinin ilk kitabında Macaristan başlığı içinde yazdığı sadece Budapeşte’yi okumuştum. Belge’nin kitabındaki Macaristan (yani Budapeşte) bölümü bir iki aklımda kalan ayrıntı haricinde sanki siz burayı biliyormuşsunuz gibi aşırı bilgi bombardımanıyla çok zor okuduğum bir eserdi. Buraya gelince yazdıkları çok daha anlam kazandı tabii.

Budapeşte binalarıyla yapılarıyla çok güzel görünümlü bir kent. Uzun zaman geçirsem mutlaka daha da tadına varabilirim ama ben buraya bu gelişimde pek ısınamadım. Sziget gibi bir festival nedeniyle kenti dolduran büyük ölçüde genç turist nüfusunun fazlalılığı nedeniyle yer bulma zorlukları, arabayla geldiğim için park yeri sıkıntıları ve günlük 12 Euro’yu aşan park ücretleri, yol-iz sorduğunuzda hiç anlaşılmayan ve biraz da iletişime kapalı Budapeşte’liler, genelde İngilizce bilinmemesi, benim rezervasyonu son güne bırakmam gibi bariz hatalarım vs vs vs. Bu sefer ısınamadım ben bu şehre. Müptelası çoktur mutlaka. Zaten o kadar fazla Türk turist geliyor ki sormayın.

Sziget tayfasının derdi başka zaten. Onlar gençlik ateşi, müzik, festival, karnaval eller havaya durumundalar. Sziget’çilerin tarihmiş, sanat yapısıymış, anlaşmaymış gibi fazlaca dertleri yok. Onların işi festivalde azıp yorulup, son gün kaçarcasına terk ettikleri çadırlarından insan olmaya karar verdikleri Budapeşte’ye yıkanmak ve dinlenmek için dönmeleri ama hala içip bağırarak yollarda dolaşmanın bir maharet olduğunu anlayamamış, benlik arayışı takımı. Bir de sizin hostel bulamamanızı sağlamaları.

Sıradan turizm gezilerinin/turlarının güzel bir noktası. Benim anlamak için tanıdıkla veya bilenle bir daha gelmek. Doğal olarak açıklamalarım benim görüşlerim. Müptelası, “Ooooooooo mükemmel bir şehirdir.” diyenleri çok olacaktır. Ben popüler olma yerine görüşlerimi samimiyetle aktarmaya devam edeceğim. Bu da benim görüşüm. Yoğun koşuşturma arasında bu kadarını yazdım. Gezinin seyir defteri kısmında da yaptıklarımı okursunuz zaten.

22  Ağustos 2014, Viyana (Avusturya)

Viyana… Yine çok hoşuma gitti. Rahat hissetmemi sağladı. Azametli binaları uygun ağırlığını hissettiren, hayatın sakin ve düzenli aktığı bu kent beni içine çekti. Severek sokaklarında dolaştım. Bu gün ilk günüm. Sanıyorum 2001’de gelmiştim. Ne garip? Belli belirsiz bir algılama haricinde sadece acemi ilişkiler ve bir kaç yer haricinde sanki ilk defa geldiğim bir yer gibi hissediyorum. Ama Stefanplatz’ı hatırladım. Nostaljik anlar.

Her Araba Park Yeri İçin Bilet Almanız Gerekli… 

Aman unutmayın! İki saatlik Park Bileti 4, bir saatlik olanı 2 Euro.

Askeri Tarih Müzesi…

Araba için park yeri aradığım ve öylesine kentte dolaştığım bir anda kale gibi mimamrisi ile beni içine çeken bu müze askeri aletler, kitaplar ve sergilenenlerle birlikte Avusturya ve Avusturya-Macaristan tarihine de ışık tutuyor. Bir çok dönemi içeren bu müze kronolojik olarak resmi giysilerden, savaş aletlerine, haritalardan, yazılı eserlere kadar içinde sergilendiği bina ile size oldukça fazla bilgi verecektir.  http://www.wien-vienna.com/hgm.php

Operaevi… Görevimiz Tehlike-5’in film seti…

Tom Kruyz buradaymış. Görevimiz Tehlike-5’i çekmeye gelmişler. Operaevinin önünden geçerken gördüğüm kalabalık belki bir atraksiyon olur diye bekliyor. Atraksiyon etkinlik mi demek? Bir hareketlilik olur veya Tom Kruyz’u görür müyüz diye bekleşen ekip. Yarın gece araba patlatacaklarmış. Bu bilgiyi de bir Alman aile verdi.

Hawelka Kafe…

Erich’in Eski Viyana Kafe geleneğini tadabileceğiniz bir yer. Gecenin yorgunluğunu burada bloğu yazarak atıyorum. Aldığım iki isim daha var zaman bulursam o kafelerde de zaman geçireceğim. Sahibi Leopold Hawelka sürekli gülen biriymiş. Kafe ünlü simaların da uğrak yeri. Andy Warhol’dan tutun bana kadar birçok kişi burada kahvesini yudumlamış. İnternet bağlantısı ve oturmanın rahatlığı beni battaniye altında geçirilen soğuk bir kış öğleden sonra rahatlığıyla kabul etti. Size de iyi dinlenmeler. 23:30’da kapılarını kapatsa da biz içerdeki müşteriler okumaya, konuşmaya ve yazmaya devam ettik.

http://www.theguardian.com/world/2011/dec/30/leopold-hawelka-vienna-cafe-dies

23  Ağustos 2014, Viyana (Avusturya)

Öğleden sonradan itibaren yağmur yağıyor Viyana’da hem de ne yağmur!

Belvedere Sarayı ve bahçeleri…

Sabah erkenden Belvedere Sarayı ve bahçelerini dolaştım. İnsan bulunduğu yeri derhal kanıksıyor. İmparatorluk şaaşasını hala en üst düzeyde şehir dokusuyla iç içe muhafaz etmiş bu şehirdeki hemen hemen her yapı etkileyici estetik bir görünüme bürünmüş durumda. Fakat bu keyifli gözlem belli bir süre sonra olması gereken buymuş gibi gözünüze takılmayacak kadar kanıksanıyor. Oysa ki Viyana’da her sokağı dönüşte ayrı bir manzara size merhaba diyor. Hem de aynı sakinlik içinde. Belvedere’ye dönersek fotoğrafları yüklediğimde daha iyi anlayacağınız detayların bir kısmını yazarsam; Belvedere Sarayı Prens Eugene’nin evi aslında. Yukarı ve aşağı Belvedere olarak iki bina grubundan oluşuyor. Yukarı ve aşağı arasında hep Versay’da gördüğüm ve orayı aklıma getiren bahçe görüntüleri var. Bahçe deyince uzunlamasına konulmuş iki, üç futbol sahası kadar bir alanı düşünün lütfen ve içindeki bahçe düzenlemesini. Konik kesikmiş korular, duvar haline gelmiş budanmış bitkilerden oluşan bir bahçe.

Belvedere’deki her iki bina da Müze olarak da kullanılıyor. Yukarı ve aşağı kısma giriş bileti 19 Euro. Gustav Klimt ve zamanın Avusturya’lı ressamlarının eserlerinin bulunduğu sabit sergi salonlarına geçici sergiler de eşlik ediyor. Rus ressam ve sanatçılarının sergisi vardı ben gittiğimde. Hayat kısa, kısa. Vallahi kısa. Ne kadar rahat gezsem de bir bitmeme kaygısıyla hep gezdiğim yerlerde ardımda bir şeyler kalıyor. Belvedere tamam ama Hundertwasser ne olacak? Sigmund Freud Müzesi? Leopold Müzesi? Ve daha neler neler?

Dorotheum…

Tamamen rastlantısal bir biçimde, aylak aylak Stefanplatz’dan ara sokaklara girerek bulduğum bu yerde ne olduğunu anlayana kadar cüretkar biçimde katlarına girdiğim ve fotoğraf çekerken görevli bayan tarafından durdurulduğum, ardından da bloğuma koyacağım diyerek bir taahhütname imzalayarak fotoğrafları çektiğim DOROTHEUM dünyaca meşhur olduğu söylenen bir müzayede kuruluşu. Müptelaları mutlaka biliyordur. Ben Denizler Kitabevi sahibi ve müzayede işlerini bilen arkadaşım Turgay EROL’a göstermek için fotoğrafları çektim ama sonra sizlerle de paylaşmak istedim. Müzayede bildiğim bir iş değil ama meraklısı varsa, Viyana’da Stefanplatz’ın çok yakınında olduğunu ve ziyarete açık olduğunu biliniz.

Cafe GRIENSTEIDL…

Aşırı yağmur nedeniyle hapis hissettim kendimi önce. Sonra da ıslansam da bir yerlere daha gideyim diyerek yola koyuldum ve Bengladeş’li taksici arkadaş beni önüne getirdiğinde saat 21:30 olmuştu. Interneti 23:10’da kesiyorlar siz de 23:30’a kadar oturabiliyorsunuz.

Zamanında Stefan ZWEIG dahil birçok ünlüyü ağırlamış bu kafede blog yazmak hoşuma gitti. Klasik eski Viyana kafelerinden olduğu söyleniyor. Cep telefonuyla çektiğim fotoları yükleyebilirsem görüntü de vermiş olacağım ama ne gam, kahve, tatlılar ve Viyana.

24  Ağustos 2014, Viyana (Avusturya)

  • Viyana Teknik (Teknoloji) Müzesi

Çocuklar, yaşlılar ve her yaştan olanlar için bir bilim, eğitim yuvası. Pas geçmeyin emin olun seveceksiniz. Ne kadar az şey bildiğimizi ve teknolojinin kökenlerini anlamak ve öğrenmek için müthiş bir fırsat. Yanı başındaki Schönbrunn sarayı da olsa bir uğrak yeri olarak mutlaka seçilmeli. Özellikle çocukları olanlara.

  • Viyana Turu yapan Eski Arabalar

Eski arabalar Viyana’da şehir turları yapıyor. Eski arabalara merakı olanların zevkle izleyeceği bir resmi geçit . İnternet sayfasını daha sonra yazacağım.

  • Schönbrunn Sarayı

Schönbrunn’u gezdiğinizde yan patikaları gezmeyi unutmatın. Sicaplar, kuşlar ve yeşilin her türüyle gerçek orman duygusunu şehrin tam içinde yaşamak için dolaşın. Sadece sarayın içini değil. bahçelerini, çeşmelerini, havuzlarını dolaşın. Hepsi ayrı sürprizlerle sizi huzr ve keyfe yolculuklara çıkaracak.

Yarın Ljublijana’ya yola çıkıyorum. Akşam fırsat olursa yazacağım. Fotoğrafları yüklemem de devam ediyor.

25  Ağustos 2014, Ljubliana , Slovenya

Vallahi bitmez bu seyahat. 🙂

Viyana’dan Ljubliana’ya yol o kadar güzel ki doyamıyor insan yeşilliklere. Otoban doğrudan sizi Ljubliana’ya getiriyor. Manzarayı seyrede seyrede geldim. 4,5 saatlik bir yolculuktan sonra adresini veren Rok’un evine geldiğimde nasıl bulduğumu şaşırmıştı. Rok ile geçen yıl Mayıs ayında Bolivya, Tarija’da tanışmıştık. Mükemmel bir gençlik ateşi grubu oluşmuş ve Güney Amerika’daki en güzel haftamı geçirmiştim. Rok ile oradan sonra irtibatı koparmamıştık. Bu geziyi haber verince, “Benim memleketimi, sana ben gezdireceğim, mutlaka gel” çağrısna uyarak Ljubliana’dayım. Bu arada bloğu sürekli okuyorsanız, Türkiye’den ayrılalı tam bir ay oldu bugün. 🙂

Allah Seyahat Edenin Yanında…

Ben böyle hissediyorum. Ya da bana öyle denk geliyor. Detaylara boğmak istemiyorum ama Ljubliana ufak bir yer olsa da evi bulmak öyle çok kolay iş değil. Navigasyon kullanmadığımı daha önce yazmıştım ama blog kervanına sonradan katılanlara için bir daha yineliyelim. Navigasyon olmadan, şehir ve ülkenin kodlama sistemini veya hangi caddenin önemli olup olmadığını bilmeden adres bulmak o kadar kolay değil. Benim tercihim insanlara sormak. Hem bölgenin insanlarını tanımama da yardım ediyor. Allahtan otoban çıkışını buldum ama karşıma çok seçenekli ve elimde adresi olmayan levhalar gelince kontrolsüz bir şekilde merkez olduğunu düşündüğüm bir yere ilerledim. İkinci bir şehir içi kavşakta bir sokağa sapıp bisikletli bir genç adama elimdeki sokakları sırasıyla saymaya başladım. İlk iki isimde yüzünü buruştururken üçüncü ismi tekrarlattı ve yakın bir bölgede olduğumu gitmem gereken caddeyi söyledi. Teşekkür edip o caddeye geldiğimde ortalarda bir yerde sağa çekip bir kadına adres sordum. Ama kadında hiç yabancı dil yok ike, arkasından bir adam yaklaşıp trakya şivesiyle TÜRKÇE nereye gitmek istediğimi sorunca pes dedim. Makedonya kökenli ASLAN bey arabama bindi ve beni Rok’un evinin kapısına kadar getirdi. Buna ne denir? Allah seyahat edenin yanında dedim ben. Bunu düşünen çok kişi var biliyorum.

Mükemmel doğasıyla Ljubliana…

Rok ile kucaklaşıp, kız arkadaşıyla tanıştıktan sonra, Tarija, Bolivya’da kaldığımız yerden sohbete devam ettik. Mükemmel bir şey bu his. Sonra da yakındaki bir dağa olan Risaca’nın eteklerinde aynı isimli köye arabayı bırakıp, 45 dakika doğa yürüyüşü, tepeye kadar tırmanış yaptık. Metalden bir kule yapmışlar ve tüm Ljubliana hvzası (e-frencesiyle “basin”) ayaklarınız altında. Bir şükür anı daha. Viyana’dan küçük bir armağan olarak getirdiğim baklavaları bu kulenin tepesinde yedik. Tertemiz Ljubliana dağlarının derelerinden gelen musluk sularını kana kana içip şehre döndük. Bir festival kapsamında müthiş bir dans gösterisi vardı. Şimdi de yatmadan bunları yazdım. Haydi iyi geceler Türkiye, yarın görüşmek üzere.

26  Ağustos 2014, Ljubliana , Slovenya

Dinlenmeyle geçen bir gün daha. İngilizcedeki söyleniş benzerliğiyle SLOWenya diyor Rok. Rok dünyayı sürekli ve uzun sürelerle turlayan biri. Bu nedenle heybesinde biriken çok şey var. Konuştukça konuşuyor yazdıkça yazıyorum.

Eski YUGOSLAVYA…

YUGOSLAVYA tarihi. Bu Balkan seyahatimde, merak ettiğim bu bölgenin sadece doğasını, şehirlerini, insanını, dillerini, müzelerini gezmekle, görmekle kalmadım, tarih konusunda da eski YUGOSLAVYA’yı oluşturan toplulukların fikirlerini de dinleme şansım oldu. Birinci ağız ve ruhlardan can kulağıyla dinlemeye anlamaya çalıştım.

Üzücü bir parçalanma Yugoslavya Hikayesi. Bu güzel ülkeyi oluşturan toplumlar, bağımsız birer ülke oldular heyecanla ama bedelleri ne oldu? Her ülkede bu yaklaşımları ayrı ayrı görüyorum, incelemeye çalışıyorum. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, ekonomik olarak eski ihtişamlı kendine yeten ülkenin yerine, ekonomisi oldukça bozuk, insanlarının geneli fakirleşmiş ülkeler olmuşlar.

Tito çok akıllı bir lidermiş. Bir ara tahlilde onu hissediyorum. Hem batıya, hem doğuya açık bir ülke yaratmış çok değişik topluluklardan güçlü bir ülkeyi çalkantılı dönemlerden çıkarıp fakiri az olan, hayata bağlı insanların fazla sayıda olduğu, bugünkünden çok daha dengeli ve mutlu bir süreç olmuş. Şimdiyse sahte ama şu anda egemen gibi gözüken GLOBALİZM rüzgarları burayı da etkiliyor. Oysa ki eski YUGOSLAVYA dünyanın gerçekten bağımsız ve bu nedenle gelişmeye açık güzel ülkesiymiş. Küba ve Türkiye’de bu ülkeler arasındaydı gibi geliyor bana. Ya da böyle olmaya yakındı. Peki şimdi neredeler? Piyasa Ekonomisi, çoğalan nüfus, hızlanan hayatlar.

Müzelerde savaş zamanlarını inceliyorum. Buraları anlamak için tarihi iyi bilmek okumak gerekiyor. Özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşları bu bölgeye gelmeden mutlaka tekrar ele alınmalı. Çalışma hayatının yarattığı HIZLI yaşanan ortamda bu değerlendirmeleri unuttuk. Siyasi gelişimler bile bana kağıt oyunlarında şaka olarak söylenen bir repliği hatırlatıyor. “Çabuk oyna, yanlış oyna. çabuk oyna, yanlış oyna”

Böyle çabuk çabuk nereye arkadaşlar?

27  Ağustos 2014, Bled ve Bohinj, Slovenya

SLOVENYA ALP’lerinde Mükemmel bir gün…

Rok’la berebaer BLED ve biraz ilerisindeki BOHINJ‘e gittik bugün. Ljubljana’dan bir saatlik mesafeler bunlar. BLED’i Budapeşte’de karşılaştığımız Kerem bey önermişti ve mükemmel oldu. Turistik bir bölge haline gelmiş olsa da gölün değişik açılardan manzarası harika. Öğlene doğru yola çıkmamıza rağmen zamanımız bu iki yerde telaşsız zaman geçirmemize yetse de buralar en azından bir gece konaklamalı uğranması uygun olan yerler.

Slovenya, Alp dağlarının doğuda sonlandığı yer. Alp’ler deyince en kısa tarifiyle de tahta kütüklerden evler, evlerin pencerelerinden sarkan çiçekler, yemyeşil doğa ve bol bol nehir ve göl demek olduğunu yerinde yaşamak muhteşem bir duygu. Doğayı hissetmeye, anlamaya, nefes almaktan zevk duymaya neden olan günler ancak böyle yerlerde doyasıya yaşanabilir. Başlı başına bir Alp Seyahati düşüncesi kafamda şekillendi.

Bölgede fazla sayıda olmasa da turist var. Nehirlerde kano ile gezenler, grup olarak rafting yapanlar, göl kıyılarında güneşlenip yüzenler, Bled’in göl çevresinde dolaşanlarla dolu bu şirin mi şirin Alp kasaba ve köyleri.

Bohinj gölünün pırıl pırıl ama benim için soğuk olan suyunda yüzmek bütün yorgunluğumu alırken, yöresel yemeklerden Rok’un seçimleriyle yaptığımız ziyafet günü taçlandırdı. Yaşamaktan çok mutlu olup, zevk duyduğum bir günü geride bırakırken, arkadaşım Rok CAMPA’ya da gönülden teşekkürü borç biliyorum.

Misafirperverlik…

Bled’e giderken Rok’un teyzesine uğruyoruz. Bizi gülerek karşılayan teyze hemen buyur edip, karnımızın aç olup olmadığını soruyor. Hemen “ne içersiniz?” ısrarı ve güleryüzlü bir muhabbet sonrasında ayrılırken aliminyum folyalara sarılmış Ev yapımı elma turtası ve bahçesinden kopardığı bir torba elma. Bu misafirperverliği ve gönülden kucaklamayı bu yolculuğum esnasındaki tüm Balkan ülkelerinde gözlemliyorum. O ya da bu şekilde, bazen fazlaca ama her yerde gördüm. Slovenya’da yaşadığım Rok’un yanımda olmasından kaynaklanan yakınlığı bir yana koyarsak bu konuda en fazla bizi andıran ülke Sırbistan oldu.

VIGNETTE. (Vinyet) Yol Harcı…

Arabayla yaptığım bu gezide şimdiye değin üç ülkede Vignette (Vinyet) aldım. Birincisi Bulgaristan, ikincisi Slovakya ve üçüncüsü de Slovenya’da oldu. Bu yol vergisini Slovenya’da lmak zorundasınız. Haftalık olanı 15, bir aylığı 30 Euro. Yollar çok iyi, feda olsun. Vinyet çıkartmanızı (olmayan) sınır geçişlerinden ve benzin istasyonlarınızdan alabilirsiniz.

KEBAB, BUREK HER YERDE…

BÖREK…

Buraya kadar gezdiğim bütün ülkelere damgasını vuran “BUREK” yani Böreğimiz bizim mi buraların mı anlamak zor. Her yerde Börekçi var. En son gezdiğim Slovenya’daki börekçiler Makedonya ve Arnavutluk’tan gelenler. Oldukça kaliteli börek yedim burada (Ljubljana). Bosna’da daha doğrusu Saray_Bosna’da yediklerimi kat be kat solladı buradaki börekler. Peynirlisne SIROV diyorlar Slovenya’da. PİZZA dedikleri etli, mantarlı, domatesli olanı da harikaydı.

KEBAB…

Söylemeye hacet yok. Alternatif Fast-Food piyasasının vazgeçilmezlerinden biri de et veya tavuk dönerin (wrap) dürüme sarıldığı Kebaplar her yerde. Arkadaşım Rok, Tayland’da bile olduğunu söyledi. Almnya’da çalışmış Taylant’lılar görüp oralarda da bu tip dükkanları açmışlar.

KEBAB ve BÖREK İmparatorluğu yaşıyor ve yükselişte anlayacağınız. 🙂

28  Ağustos 2014, Postojna , Slovenya

KARST Bölgesi… Mağaralar Diyarı.

Bugünkü rotamız Slovenya’nın güneyine doğru olan KARST bölgesi. Arkadaşım Rok öyle istekli ki, Slovenya’da adım atmadık yer bırakmayacağız, bunu anlamış vaziyetteyiz. Bende de yan cebime koy durumu tabii ki 🙂 KARST kelimesinin İngilizce’ye Slovenya dilinden geçen tek kelime olduğunu söyleyerek başlıyor ve tarihi, ekolojik, arkeolojik her türlü açıklamayla anlatmayı büyük bir zevkle sürdürüyor.

Karst Topoğrafyası; Kireçtaşı (LIMESTONE), Kalsiyum-Magnezyum Taşı (DOLOMITE) ve Alçıtaşı (GYPSUM) tipi kayaların milyonlarca yıl içinde erimesi, bozulması sonucunda oluşan bir jeolojik yapı. Bu da çökme çukuru olarak adlandırılan yapıların ve özellikle mağaraların oluşmasına sebep olan bir coğrafyayı oluşturuyor.

Netice itibariyle  SLOVENYA’nın Karst bölgesi, mağaralar ve zengin su kaynakları ile bir doğa cenneti.

POSTOJNA MAĞARASI…

İçine girdikten hemen sonra ufak bir raylı sistem ile bu harika görünümlü mağara içinde ilerlemeye başlıyorsunuz. On dakika bile almayan bu üstü açık tren yavrusuyla vardığınız bir noktada iniyor ve yaklaşık 45 dakika mağaranın içinde bu kez yürüyerek ve (Audio Guide) sesli rehberinizden önüne geldiğiniz galeri veya yerlerdeki numaraya basıp, dinleyerek yürüyüşünüze devam ediyorsunuz. Aynı anda fotoğrfa çekmek de isterseniz vay halinize. Çünkü hiçbir zaman oradaki ihtişamlı renk ve atmosferi fotoğrafa yansıtamıyorsunuz.

Fotoğrafı boşverin,  o anın keyfini doya doya çıkarın…

Belki bir kaç fotoğraf ama kesinlikle etrafınızı izleyip, nefes alıp bu değişik jeolojik yapının keyfini sürmek gerek. Gitmeden önce biraz da Karst yapıları hakkında bilgi edinmek zevkinizi daha da artıracaktır.

Dünyanın en çok ziyaret edilen mağarası olduğunu söylüyorlar. Kurulduğu 1880’li yıllardan bu yana 35 Milyon kişi ziyaret etmiş.

SLOVEN dilinde “J” Y okunuyor…

Bu nedenle her okuduğunuz J’yi Y olarak telaffuz etmeyi ve böyle duyacağınızı bilin. Gerçi bu büyük keşfi siz de hemen yaparsınız ama aklınızda bulunsun.

PREDJAMA Kalesi…

Postojna’dan yola 10 km daha devam ettiğinizde bu ortaçağ kalesine ulaşıyorsunuz. Dağın içine son derece güzel bir uyumla adeta sıkıştırılmış bu kale bir ortaçağ malikanesi. Predjama İkinci Dünya Savaşından sonra devlet eline alınarak ziyarete açılmış. İiknci Dünya Savaşına kadar ise bir çok aileye ev sahipliği yapmış. Ortaçağ kalesi ve mimarisi daha çok GÜVENLİK unsurunu önde tutuğundan 160 cm.lik duvarları, ormana ve nehre olan gizli geçitleri ve şahin tepesi konumuyla oldukça iyi fikir veriyor o dönemi anlamak için.

Kale bir hikayesiyle de ünlü hale gelmiş. Erazem isimli Slovenya Robin Hood’u Avusturya (?) ordusuna karşı  bu kalede uzun süre yaşamış. Etrafı kuşatılmış bir halde açlıktan mutlaka dışarı çıkacak ve o zaman haklayacağız diye bekleyen ordu da altı ay mı desem iki sene mi desem bu kalenin önünde beklemiş durmuş. Hatta bizim Erazem, yukarıdan onlara meyve falan atmaya başlayınca deliye dönmüşler. Her yerde olduğu gibi bir hain çıkması gecikmemiş. Hain gizli geçitlerden sürekli meyve ve yiyecek geldiğini o yüzden yakalanmasının imkansız olduğunu söylemiş. En korunaksız yer tuvalet ihtiyacının görüldüğü yermiş. Gece olunca Erazem buraya tuvalete çıkınca sen bize lambayla haber ver biz de taşlarla, mancınıklarla haklayalım planı başarıyla uygulandıktan sonra Erazem hakkın rahmetine kavuşmuş. Eee ortaçağ kalesine böyle hikayeler yaraşıyor. Gerçektir muhtemel.

Benim hoşuma giden böyle bir yapının içinde olmak hissini tatmam (beğendim demiyorum) ve Ortaçağ insanını biraz daha anlamam oldu. Sağlıklı bir yapı değil içi buz gibi. Gidecekler dışarıdaki güneşe güvenmeyip, kazak veya polarlarını yanlarına alsınlar. Zaten sağlık değil ölmemek önemli olunca binalar da böyle oluyor.

İçinde şapeli ve rahip odası, şovalyelerin salonu, ailenin yemek salonu ve odaları, hizmetlilerin yaşam odacıkları, cephanelik, mutfak vs yerler var. Dışarda güldür güldür akan nehir ve bu nehrin aktığı mağaralar.

GOÇE Köyü…

Karst bölgesindeki bir çok köyden GOÇE’de zaman geçirdik. Buna neden olan güleryüzlülük ve misafirperliği belirtmeden olmaz. Bizi evinin önünden geçerken selamlayarak, evinde komşusunun üzretimi şarap ikram edip kızı ve damadının seramik işlerini gösteren sevgili VIDA teyzeyi de saygıyla selamlıyorum. Köyün fotoğraflarını galeride göreceksiniz. Köy zaten İtalya’ya yakın ve filmlerden izlediğim bu Akdeniz köylerini dibine kadar hissettirdi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında oldukça baskı görmüş darmadağan hale gelmiş, faşizm baskısı yaşamış köydekilerin anlattığı bir çok hikaye var. Ben sadece birine yer vereceğim burada. Köy, aşağı ve yukarı olarak adlandırılmış 1900’lerin başlarında. Köyün bir kısmı Avusturya-Macaristan Kralına bağlı iken diğer yarısı Vatikan’a bağlıymış. (Nasıl bağlanmalar olduğu ayrı konular) Krala bağlı olanlar askere gitme zorunluluğundayken, Vatikan ekibinin böyle bir zorunluğu bulunmuyormuş. Nüfusa kayıtlı olduğu yer 200 metre değişen insanların bir uçurum şekilde değişik hayatları.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşında bu bölgede olanlar da pek hafife alınır hikayeler değil. Kayıp sayısı, çekilen acılar ve savaşın kaderinin şekillenmesi açısından, bugüne kadar ışık tutacak gelişmeler.

Uzun süre gerekli…

Burada turistik bu yerlerin dışında oldukça fazla sayıda yer var. Buraları anlamak için uzun süre gerekli. İnsanıyla birlikte zaman geçirmek ve doğal güzellikleri görmeye zaman harcanmalı.

Komplo Teorisi veya Gerçek…

Slovenya doğasıyla ve yüzölçümünün 2/3 kısmını kaplayan ormanlarıyla yemyeşil bir ülke. Ormanlar, nehirler, dağlar, mağaralarla dolu bu ülkenin en büyük geçim kaynaklarından ve istihdam alanlarından biri ormanlar ve orman ürünleri. Slovenya bu bağlamda kendine yeten bir ülkeyken özellikle Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Avrupa Birliğine giriş ve Demokratikleşme süreçlerinden sonra şu anda ciddi fakirlikle boğuşur vaziyette. Eskiden ormanından ve kendi ürününden geçinen halkının epey bir bölümü ciddi biçimde fakirleşmiş durumda. Bunun bir nedeni olarak “nasıl olduğu bilinmez biçimde” ormanların adeta kırılması. Gerçekten de otobanlardan veya yan yollardan geçerken adeta kibrit çöpü gibi kırılmış ağaçlar ve dallar gördüm. Bunun hiçbir zaman görülmemiş anormal bir şey olduğu söyleniyor. Bu hadisenin de ülkenin üzeinden geçen ve doğal olmayan bulutların oluşumuna neden olan uçakların bıraktığı (özel amaçlı) kimyasallar tarafından yapıldığını söyleyenler var. Tartışma kendi aralarında da sürüyor. Ama gerçek şu ki, yemyeşil dipdiri ormanlar dalları kırılıp yere sarkan veya bazı bölümlerde toptan yıkılmış ağaçların olduğu. Yaşasın Globalizm, hazır gıda, kredi kartı taksitleri, şişmanlık ve devamında gelen günümüzün kölelik yaşantısı.

29  Ağustos 2014, Ljubliana, Slovenya

Tüm şehir ve özellikle Metelkova… (Devam edecek. Yazıyı bekleyiniz)

30  Ağustos 2014, Soça Vadisi ve Goriska Brda , Slovenya

turk_bayragi

Zafer Bayramımız kutlu olsun…

SOÇA Vadisi sözün bittiği yer… Süper…

Vadiye adını veren nehire Ljubljana’dan bir saat içinde rahatça ulaşılıyor. Rok’u sabah kaldırmadan eşyaları topladığımda artık yeni bir güne hazırdım. Sabah sisli başlayan gün benim emektar tatlı tatlı ilerledikçe güneş klasik Slovenya ormanları ve heybetli tepelerden kendini göstermeye başladığında zevkli bir günün müjdecisi olmuştu. Benzin almak için durdum.

Benzin’in litresi 1.443 Euro. Artık gerisini siz hesap edin. Ben ettim 🙂 4,10 TL ediyor. 🙂 😦

Cennete Bir Mutena Yolculuk…

Ljubliana’dan Soça Vadisine ulaşmak için gidilecek yer Kranjska Gora’ya ulaşmak için gidilen otoban Almanya’ya uzanan yollardan biri. Otobandan çıkıp Kranjska Gora’ya dönünce zaten güzel olan doğa da başka bir şeye dönüşüyor. Alp dağlarında bir araba, motorsiklet, bisiklet ve doğa yürüyüşü cenneti oluyor. Belki bazı çocukların hatta büyüklerin görmediği zümrüt yeşili Soça  nehri boyunca bir yolculuğa hazır olun.

Güzaegah kaybolmayı imkansız kılan bir şekilde ilerlerken Kranjska Gora’dan sonra defalarca arabadan iniyorsunuz. Dağlara hayranımdır. Yine ağzım açık abartmamı mazur görürseniz dakika başı durarak 500 fotoğraf çektim bu gezi sırasında. Buraya geldiğinizde MUTLAKA’lardan biri Soça Vadisi. Kesinlikle. Benim rotam aşağıda yazdığım gibi ama siz elinize her yerde olan Turist Bilgilendirme yerlerinden alacağınız haritalarla gönlünüze göre bir gün planlayabilirsiniz.

ROTA

  • Kranjska Gora
  • BOVEÇ (Buraya gelene kadar dolana dolana bir dağ tırmanıp tekrar düzlüğe ineceksiniz)
  • Kobarit
  • Tolmin
  • Kanal
  • Plave

Yolunuz üzerinde bir çok nehir sporu veya yürüyüş rehberliği ve turları düzenleyen yerler var. Kano veya raftin ve bir sürü dış alan sportif ve eğlence etkinliği. Buaraya grup olarak gelmek ve en z iki gün burayı yaşamak harika bir deneyim olur. Tek gelirseniz de şezlong veya havlunuzu bu nehrin yanına atıp harika havasında güneşlenip, dünyada huzur bulabileceğiniz bu mutena vadide nehir sesi eşliğinde kitabınızı okuyabilirsiniz. Müthiş bir rehabilitasyon mekanı olabilir. MUTLAKA’larınıza eklemenizi öneriyorum.

GORİŞKA BRDA…

Buraya geldiğinizde engin bir ova ve denize kadar uzanan engin bir (Adriyatik) ygörüş alanında yemyeşil Akdeniz iklimi sizi kucaklıyor. Dün gece Şmartno’da kalmayı hedeflerden otel San Martin’in 49 Euro olması ve diğer harika bed & breakfast (ama süper) otel Marika’da yer olmaması nedeniyle araştırmalarım sonucu hemen yakınındaki köy Zali Breg’de bir evin alt katında, mutfağı, banyosu önünde terası bahçesi benim için bir meditasyon noktası olan cennet evde kaldım. SahibiBoris ve tatlı eşiyle yarım da olsa Almanca anlaştık. Sımsıcak insanlar.

Gece keyfi sormayın. Tek ses Ağustos böcekleri ve ev sahiplerimin ikramı olan beyaz şarap. Bir de üzerine youtube’dan Grup Gündoğarken’den Bülent ORTAÇGİL, MFÖ şimdilere doğru Fırat ve üzerine biraz da Birsen TEZER koyunca buradan hiç ayrılmak istemedim.

31  Ağustos 2014, Adriyatik’e iniş…

Balkanlar ve Orta Avrupa’yı Arabayla Gezmek…

“Nerde Trak Orda Bırak” falan dedim başta ama hiç de öyle olmalı. Bu rotanın hele bir de bir parça veya daha fazla zamanınız olursa arabayla gezilmesini öneririm. Aksi takdirde turistik paket dışına biraz zor çıkılır. En yerinde karar bu olmuş. Gönlümce ve istediğim yere gitmek ayrı bir heyecan ve mutluluk veriyor bana.

Goriska Brda…

Goriska Brda zaten birbirine yakın bağlarla bağlanmış köylerden oluşan avuç içi kadar bir yer. Arabayla gezerseniz tabii ki. Benim gezdiğim veya geçtiğim köyler;

  • Şmartno
  • Zali Breg
  • Dobrovo
  • Medana
  • Gonjace
  • Kozana

100’den fazla ailenin şaraphanesi olan ve her yaşayanın bağının bulunduğu Goriska Brda şarap ve sukunet tutkunları için bire bir. Slovenya fahri turizm elçisi oldum gibi ama inanın abartılı değil. İnsanları da cana yakın. Bir şekilde konuşmaya başlarsanız bir çoğu evinin altındaki mahzene veya eve davet edip şarap sunuyor. Buralarda İtalyanca çok konuşuluyor. Almanca da yardımcı olur. Ne garip değil mi? Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında onları işgal eden insanlar ve ülkelşerin kültürünün en önemli parçası olan dil ile hala bölgede. I CAN’T BELIEVEEE 🙂

LIPICA…

Goriska Brda’da geçirdiğim zaman sonrası biraz rastlantı biraz kaybolma Lipica’da buldum kendimi. Daha önceden Rok ile konuştuğumuzdan bilgim vardı ve yakınlarına geldiğimi levhasını görünce anladığım Lipica’da Lipizzano veya bu ada yakın söylenişi olan dünyaca meşhur at üretme çiftliğini de görme şansı buldum. Hediyesi 12 Euro. (Turun kalitesiyle karşılaştırılınca pahalı. İdaresine yazacağım bunu.) Açık ve kapalı at eğitim alanlarını, ahırları, beslenmeden dönen hayvanları, müzeyi ve çevredeki binaları rehber eşliğinde görme şansı buldum. Dünyada Avrupa’dan başka ABD Kaliforniya, Avuztralya ve Güney Afrika Cumhuriyetinde yetiştiriliyorlarmış. Avrupa’da da bir çok ülkede üretiliyorlar.

Çipli Atlar…

1580 yılında kurulmuş Lipica yetiştirme merkezinde soyu sopu herşeyi yazılıyor atların. Daha ilginci de gelişen teknoloji ile son dönem atların bu bilgilerinin çiplenerek deri altına konulması. Kurgu bilimin iğrenç takibi atlarda başlamış durumda haberiniz ola.

PİRAN, Slovenya

01 Eylül 2014, HIRVATİSTAN…

ISTRIA Yarımadası…

ISTRIA, Slovenya’daki son durak olan Piran’dan çıkınca ilk girdiğiniz bölge. Aşağı doğru 100 km kadar veya biraz daha fazla uzanan bölgeyi kıyıdan kıyıdan gezdim Hırvatistan’daki ilk günümde. Zaten Piran ve hemen ilerisindeki Portoroz’u 10 dk’da geçince sınıra ulaşıyorsunuz. Sağa dönüp UMAG’dan başlayan kıyı yolunu izlerseniz bu bölgeyi aşağı doğru izlersiniz.

UMAG; Suratımız döven aşırı rüzgar ve çiseleyen yağmurdan birşey anlamadım. Ama güzel bir Ege kasabası diyebilirim.

NOVİGRAD; Biraz Ayvalık ama ona gelmeden önceki San Lorenzo bana tamamen Urla’yı hissettirdi.

POREC; Kasaba güzel de çekirge sürüsü gibi turistler olmasa! BUraya bu yıl Almanlar damgasını vurmuş. Yemek yedim. Bir levrek 95 Kuna. Yani 15 Euro diyelim. Turistik bir yer.

Herkesin Elinde Dondurma…

Hırvatistan biraz da dondurma demek herhalde. Heryerde dondurma tezgahları herkesin elinde de külahla,kapta veya değişik kornet sunumlarıyla dondurmalar.

ROVINJ: Harika bir yer ama bir de içinde esnafı olmasa. Kaba, saygısız örneklerle karşılaştım. Buralı mısınız? Birşey soracağım dediğim terbiyesiz esnaf, yılışık ve anlayamadığım saldırganlıkla “Yok başka galaksidenim” diyip zaman kısıtlı yerde birşey öğrenmek istediğinizde tepenizi attırırsa veya insanlarla iletişimde güçlük yaşayabilirsiniz.

Çok güzel sahil şeridi, dar sokaklı binaları ve beni tersleyn insanlarıyla, Merhaba Hırvatistan!

02 Eylül 2014, HIRVATİSTAN…

ZADAR…

Dalmaçya, sert Bora’sıyla beni karşıladı. Burada sert bir sonbahar havası hakim iki gündür. Aslında içerlerde oturup okumak ve kısa yürüyüşler için çok uygun ama özledim Türkiye’mi. O yüzden şehirlerin ruhunu anlayacak kadar kısa kalıp yoluma devam ediyorum. Biliyorum İstanbul veya Ayvalık’a vardığımda özleyeceğim buraları. Gerçi kara yüzünü gösterse de güzel Dalmaçya kıyıları. Tekne ile gelmeyi düşünüyorum bir dahaki sefere. Neyse…

Zadar, Roma dönemi kalıntıları ve klasik Dalmaçya mimarisine sahip. Yani, dar ara sokaklar ve mermer veya taş ama düzenli caddeleri.

Deniz Orgu ve Güneş Selamlama alanı…

Denize uzanan mimari ile müzisyenin deniz olduğu ve melodisini doğanın düzenlediği bir org konseri durmaksızın devam ediyor. Bu taş yapılar denize uzanan 3 sıra geniş merdiven grubu ve sahil kısmında bu blokların denize uzanan boru şeklinde deliklerinden oluşuyor. Oturup dinlemek rahatlattı ve hoşuma gitti. Bu deniz orgunun hemen yan tarafında “Güneş Selamlama (Sun Salutation)” denen bir dairesel alan var. Gündüz toplanan güneş enerjisiyle akşam rastgele figürleri sergileyen bir yer aydınlatması. Deniz orgundan gelen seslerle birlikte muhteşem oluyor.

Zadar, sokakları gezmeye görmeye çok uygun ufak bir şehir.

Araba Park yeri sorunlu olmalı ama bana yardım eden otel görevlisi sayesinde ben hiç sorun yaşamadım.

Akşam karşılaştığım Mateo’nun yaşantısı da farklı. Hırvat ama Bosna doğumlu ve kendini Bosnalı olarak görüyor. Babası savaşta bir sniper kurşununa hedef olmuş. Kendisi de savaş sonrası sıkıntılı bir hayat yaşamış. Annesini kaybedince de iyice yalnız. Eski Yugoslavya zamanında inanılmaz zengin ve mutluyduk diyor. Bugünkü durumu soruyorum yanıt kısa ve net: FİASKO…

03-04 Eylül 2014, SPLIT, HIRVATİSTAN…

Kötü Hava Şartları , Uzun Süreli Bir Gezi Yorgunluğu hissi ve Gezgin’in Ruh Halleri…

Piran (Slovenya’dan) Hırvatistan’a gelişimin sert Bora fırtınalarına rastlaması, 16 dereceye kadar düşen sıcaklık, yağmur ve tatsız havaya bir de 40 güne yaklaşan gezinin yorgunluğu eklenince tadım birazdan fazlaca kaçmıştı. Böyle uzun gezilerde ve bu tür zorlu zamanlarda eve dönmek, aile, arkadaş sıcaklığına özlem biraz dha artıyor. Gezgin olma yolunda yavaş yavaş deneyim kazanmaya başlayınca bunların kendi ülkemizde de yaşansa sıkıntılı ve fakat geçecek süreçler olduğunu anlıyorsunuz. İşte aynen böyle yorucu ve sıkıcı iki gün sonrasında Zadar her ne kadar iyi gelse de Split ve devamında evime olan yolumun kısalacağı gibi bir yaklaşımla (sadece psikolojik) Split’e ilerlemeye başladım. Zadar’da (neye yetişiyorsam?) bir şeye geç kalmanın ve hemen dönmenin ruh haline girmiştim.

Halbuki gezgin olmak bu ruh halini her şartta kontrol edip, kendini sakinleştirip, bulunan yerin tadını çıkarmak veya kısa bir süre oralı olabilmekten geçiyor. Eğer bulunulan yeri yaşayamıyor ve anlayamıyorsanız “Ben de oraya gittim. Yaaa çok güzel yaa!” gibi tanımların ötesine geçemezsiniz. Geçmeye de zamanınız ve durumunuz olmayabilir. O zaman gezgin yerine turist olursunuz ve oranın havasını koklamak, suyunu içmek, bir kaç saat deneyimlemek durumunda olursunuz ki, bu bile hiç fena değildir.

Konuya dönersek; Yorgunluk, hemen dönme hissiyle birleşince derhal firari gezgin havası geliyor ve işler bu noktadan sonra daha da ters gitmeye başlıyor. Bu kez de öyle oldu. Gerçi Split’e gelirken düzelen ve tatlı tatlı kendini hissettiren yumuşak Akdeniz havası beni rahatlatmıştı. Split’te otopark yeri bulma ve hostele gideceğim 16:00’a kadar olan iki saatlik süre de çok iyi geçti. Ardından otopark’tan arabayı alıp, hostele gidecekken birden (şeytan işi bu ya) confirmation mailimin cep telefonundan silindiğini gördüm. Bir kafeye gidip wifi’dan bakınca da “4 kişilik rezervasyonumun olduğu ve beni bekledikleri” mailini alınca şaşırdım. Verilen telefon numarasını kafedeki kız arayınca ne olduğunu anlamadığını ve verilen telefonun doğru olmadığı bilgisi hesabımın hack’lendiği vs. panik havası yarattı. Aceleyle yeniden adresi bulup araya atlayıp, 14 km ötedeki buyeri bulmak için ikide birde yolda durup millete sorup ilerliyorum. Bu sırada wi-fi bağlantısı kesildiğinden adres yine gitti. Aklımda iki şey var. Jesenica bölgesi ve Hostel Adria…

Biraz sezgiler ve sorduğum insanlardan bilgiler birleşince yaklaştığımı anladım ama bir an evvel varıp durumu düzeltmek istiyordum. Sora sora Bağdat değil ama Hostel Adria’yı bulmak biraz güç oldu. Zorlanmış ve yorulmuştum ama hostele geldiğimde sorun olmadığını rezervasyonun bir kişilik olduğu durumun yardımcıları Andrea’nın hatası olduğunu söylediler. Rahatlamış olarak sakinledim. Hemen hostel sahibi (ki burası evleriydi) ailenin denize sıfır evi önünden Dalmaçya sularına atladığımda mutluydum. Dinlenme zamanı başlamıştı.

Burası Split’e yakın deniz kenarı boyunca uzanan yerleşimler. Denize sıfır çoğu. Hem de ucuz. Sakin yerleri tercih ettiğimden bana çok uydu. 20 Euro’ya Dalmaçya kıyısı hem de ev rahatlığında. Bundan iyisi, Şam’da kayısı 🙂

Deniz sefası sonrası akşam yemeği için yerel insanlara sorup güzel bir restoran buldum. Omiş kenti kenarında Bracera restoran. “Orada” isimli balıkla salata süper oldu. Balık, salata, ıspanak kavurması ve bira 250 Kuno yaklaşık 35 Euro. Akşam da bebekler gibi bir uyku. Mutluyum. 🙂

05-06 Eylül 2014, Mostar, BOSNIA HERZEGOVINA…

Mostar’dayım. Çevreyi geziyorum. Gezdiğim yerler;

  • Pocitel
  • Ljuboski
  • Kravica Şelalesi
  • Blagay (Sarı Saltuk Tekkesi)

Mostar gezim ahmak ıslatandan hallice bir yağmurla başladı. Daha şehrin içine arabamı yağmur altında bulabildiğim bir yere park ettikten sonra ilk adımlarımı atarken kendimi bir köşk ve camii avlusunda Türk bayrağımızla karşılaşınca uğradığım Yunus Emre Enstitüsünde buldum. Türk misafirperliği içinde beni konuk eden değerli müdür Yunus DİLBER ve oraya uğramış Özyeğin AKSOY beyler ilk önerileri ve dokümanların fotokopileriyle müthiş bir merhaba diyorlardı. Kendilerine çok teşekkür ediyorum. Mostar’daki günlerimin programı da güzel bir akademik destekle başlamış oldu böylece.

07 Eylül 2014, Mostar, BOSNIA HERZEGOVINA…

Mostar’dayım yine. Bugün şehri ve Türk köklerini yansıtan mimari eserleri ve sokaklarını arşınlayacağım. Yunus Emre Enstitüsünde karşılaştığımız Özbeyin AKSOY ile gezeceğim.

BALKANLAR, TÜRKLER ve BU GEZİNİN ROTASI…

Türklerin Rumeli’ye çıktıkları rotranın orta hattını takip ederek başlayan seyahatim yine birçok okuma ve seyahatin kapısını araladı. Avrupa’nın ortasına doğru uzanan bu gezinin rotası tarihteki Türklerin ilerlediği yolu kapsadı. Biraz da coğrafyanın etkisiyle oluşan bu benzer rotayı uygulamış olmanın farkına varmak heyecanlandırdı beni.

Kimilerine göre uzun olan bu seyahatin tarihi algılamak konusunda zihnimde bir çok kapı açtığını, okumanın yanında olayların geçtiği coğrafyada bulunmanın tarih, olaylar, millet-tarih ilişkisi ve insan algılamasında çok önemli katkılar sağladığını görüyorum. Bu seyahati yapabilmiş olmaktan, tarihe, coğrafyaya, insanlara dokunmaktan büyük mutluluk duyuyorum şu anda.

KONYİÇ…

Bu harika Osmanlı kentini eminim bir çok kişi es geçmiştir. Buradan önerim Mostar’ın meşhur köprüsü ve turizme dönük hale gelmiş ziyaretinin yanında Sarajevo’ya doğru Mostar’dan 70 km civarındaki Konyiç’e gitmeniz. Bende uyandırdığı ilk izlenim Amasya’da Yeşilırmak kıyısına oturtulmuş evleri aklıma getirmesi oldu. Sakin bir Anadolu kasabası havası ve bana verdiği huzurlu hislerle hava kararmak üzere gittiğim bu kenti Özbeyin AKSOY rehberliğinde, onun tarzında anektodlarla zevkle gezdik. Şiddetle buraya gitmenizi öneriyorum. Ayrıca Mostar’dan buraya gelirken o müthiş Neretva Nehrinin muazzam görüntüleri, Yugoslavya tarihinde önemli yeri olan Jablanica kenti ve burada havaya uçurulmuş köprü görülmeye değer. Yol boyunca defalarca inip fotoğraf çekmek istedim. Neretva nehrinin yanındali tünellerden baraj göllerinden geçerken Tito’nun liderliğindeki Yugoslavya’ya ilişkin anektodları dinleyerek yol almak sadece muhteşem coğrafyayla mest olmak değil aynı anda damla damla tarihi anlamak hissetmek adına çok önemli kazanımlardı. Mutlaka uğrayın diyorum.

YUGOSLAVYA üzerine bir kaç cümle…

Yugoslavya büyük bir parantez aslında. Önümüzde çok önemli yaşanmış bir deneyim, ders. Öyle resmi ideoloji falan değil içinde yaşayanlardan dinledim Yugoslavya’yı bu gezide. Tito’nun ölümü sonrasındaki 10 yıla yakın süreyi, öncesini, ayrılıkların nasıl siyasi olarak pompalandığını ve sonunda bu bölünmenin hiç de huzur, özgürlük ve güzellik getirmediğini Hırvatı, Sırbı, Arnavutu, Makedonu, Türkü kadını erkeği hepsiyle konuştum. O zamanı bilmeyen gençleri dinledim. Ortak nida “Ahhhhh nerde o eski Yugoslavya, ahh!”

08 Eylül 2014, Dubrovnik, Hırvatistan…

Mostar’dan öğlene doğru ayrıldım. Stolaç ve Trebinje’ye uğradım. Sağanak yağmur altında sırılsıklam olana kadar Stolaç kalesine çıktım. Normalde çok kolay olması gereken bu çıkış, sağanak yağmurla zor ama keyifli bir şölen halini aldı. Değişik ama bana mutluluk veren bir durum yağmurda dolaşmak. Evde olsam ıslanmaktan kaçarım, ama bu kez açtım kafamı ıslana ıslana kaleyi ki o şimşekler altında ve normalde de yaşantı olmayan o ıssız yerde dolaştım. Tam bir ÖZGÜRLÜK duygusuydu. Arabayı park ettiğim nehir kenarındaki restoranın garsonu ingilizce bilmemesine karşın, elbise değişme pandomimim ve sudan çıkmış sıçan modumu görünce hemen üstümü değiştirmem için bana kapalı bir mekanda yer gösterdi. Bu dünyada paylaşmak o kadar güzel ki. Bana verdiği, açtığı hemen mutfağın arkasında bir iki masa ve sandalyenin olduğu bir yerde giyinirken ve kupkuru giysilerimle çıktığımda duyduğum mutluluk paylaşma ve anlaşma adına keyif veriyor bana. Her yerdeki herkes arkadaşım, kardeşim, abim sanki. Çok mu romantik geldi, teleşla yazıyorum idare edin artık. 🙂

Şimdi de müsade istiyorum, Dubrovnik akşamlarına akıcam.  😛

09 Eylül 2014, Dubrovnik, Hırvatistan…

Gezginlik, Sevgi ve Sorumluluk…

Öğlene kadar blog yazma ve fotoları yükleme, makinaların şarjı (foto, cep tel) ile uğraştım. Bu gezginlik işini “hem gezerim, hem de para kazanırım” deyip meslek sananlar varsa hiç uğraşmasınlar, verimsiz makine misali; öncelikle biliniz ki çok gayret var, para hiç yok. Tabii ki para iki veyahut üçüncü planda ise daha rahat davranabilirsiniz. Ancak sorumluluk çok zorlu bir pratik. Gezi veya eski dildeki tabiriyle seyahat sırasında (benim tarzım) her gün belli rutin hale gelen işleri yapmak. Yukarıda saydığım gibi. Sakın ha çok basit sanılmasın. Bugün Balkanlar için yola çıkışımın 49. günü sanırım. 49 gündür aynı rutin işleri her ortamda yapıyorum. Tabii ki “ben kendime geziyorum, kime ne?” deniliyorsa, Bodrum şivesiyle “gezip duru” o zaman. Bu kadar vaaz yeter. 🙂

LOKRUM Adası…

Öğleden sonra Lokrum Operasyonu yaptım. Kaldığım Hostel Dubrovnik’ten şehre geldim. Old Town Stardun caddesini geçtim ve limanda gidiş-geliş mecburi Lokrum biletimi aldım. Tekneye bindim ve 15-20 dakika sonra adaya indim. Ada zaten küçük bir ada, her yerinde denize girdim diyebilirim. Bir de çok lazım olan ve ritüel halini alan en tepesindeki kaleye çıktım. O kadar yüzdükten sonra epey zahmetli de olsa dağcıların ZİRVE anlayışı gibi taktım bu sıralarda her kaleye (ki en tepe nokta oluyor genelde) tırmanıyorum gittiğim yerlerde.

Lokrum’da sadece yüzmek değil bana gençlik yıllarımın Heybeliada’sını hatırlatan çam kokuları ve ortamıyla, zeytin ağaçları ve Maximilyem efendinin yaptırttığı bahçeleriyle, ortalarda dolanıp, sizinle beraber neredeyse denize girecek sülünleriyle, bahçelerde dolaşan tavşanlarıyla ve zaman zaman tek başıma hissettiğim alternatif yollarıyla Lokrum’u çok sevdim ben. Hatta Dubrovnik’in içinden bile desem (biraz abartsam da) yeri var.

DUBROVNİK…

Güzel, güzel tabii ama yorgun ve yalnız halime denk geldi. Bir de şunu belirtmeliyim Dubrovnik şehir olarak güzel ama Dalmaçya kıyılarında adı duyulmamış o kadar yer var ki. Bir de ne istediğinize bağlı değişir. Huzur, sakinlik diyorsanız biraz daha Dubrovnik dışına Split’ten aşağı, hatta Zadar’dan itibaren bir sürü yer var. “Ah şekerim, bu yaz Dubrovnik’teydik” deme arzusundaysanız ve kalabalık sizi fazla rahatsız etmiyorsa buyrun. Okullar açıldıktan sonra geldim ama Türkiye’den büyük bir Diş Hekimi topluluğu kongreye gelmiş. Göz doktoru bir arkadaşım da Ekim’de kongre olduğunu söyledi Dubrovnik’te. İyiden iyiye Antalya ve benzeri hem görelim, hem kongreleyelim moduna girmiş galiba. Hırvatistan ve Dalmaçya Dubrovnik harici güzellikleriyle de sizleri bekliyor unutmayın. Görmeden bunlar söylenmiyor tabii. Çok isterseniz 3 günlük bir gezinin ucunu açık bırakın, alternatifler gani.

Parti Adası, HVAR…

Özel programım nedeniyle HVAR’ı bu keşif turunda liste dışı bıraktım ama partileri seven Clubber’ların kaçırılmaz mekanı HVAR adasını es geçmeyin siz. Gezince daha detaylı yazacağım. Mükemmel plajlarıyla HVAR da listemde artık. Bir de haritadan da bakabilirsiniz Dubrovnik’ten 6 saat ve üzeri sürüyor. Tourist Info bürosundaki adam bir gün ateş alır gibi gitmek anlamsız deyince (zaten öyle istiyordum) vazgeçtim.

10 Eylül 2014, Dubrovnik’ten Bar’a MONTENRGRO Sahilleri…

Klasik hostel görüntülerinden biri  sabah yaşandı. Bu kez arabayla geziyorum ya, tam yol hazırlıkları yaparken Alex (Kanadalı kız) ve (Avustralya’lı erkek arkadaşı) Ben yola çıkacaklardı. “Nereye?” diye sordum. Klasik yanıt geldi. “Bilmiyoruz. Aşağı doğru sarkacaz” Hadi gelin ben götüreyim dediğimde hemen “Tamam” dediler. Monte Negro sahillerinin Budva’ya kadar bölgesini beraber gezdik.

HERCEG NOVİ…

Öğlen yemeğini burada yedik. Benim çok çok hoşuma gitti. Çok sıcak, sakin ve samimi geldi. Sahil boyunca yürüme yolunun hemen yanında yer alan plajları, kaleye çıkan ağaçlıklı Old Town ve lokantalar, seyrettiğim su topu antremanı ve kenarda çalışanlar, özetle her şeyi keyif verdi. Yemeğimizi yiyip çıkmak 2,5 saat aldı.

Montenegro Araba Park Fişleri…

Tabii ki Hırvatistan’a oranla ucuz. Bir saati 50 cent. Bu arada Montenegro’da Euro kullanılıyor. 1 Euro’ya iki saatlik fişi doldurup koydum. Fişlerin mantığı aynı Viyana’daki gibi. Parkın başladığı yıl, ay, gün, saati işaretleyip arabanın önüne koyuyorsunuz. Bir fark var ki, öyle Viyana’da 2 şer saatlik fişleri yan yana koyamazken burada iki adet bir saatlik fişi yanyana bıraktım. Doğuya indikçe FUZZY logic kendinden başlıyor yani.

KOTOR…

Montenegro’nun olmazsa olmaz kenti. En azından geçerken uğrayın. Zaten haritada bakarsanız bulunduğu büyük koya adını veren kent, dar sokakları, kale içinden dışarı açılan kapılarından size merhaba diyen su oyunlarıyla görülmeyi hak ediyor. İçindeki her ufak meydana adım başı kilise yapmışlar. Cehaleti bırakıp okuduğumda ne olduklarını öğreneceğim ama şimdilik sadece gördüğümü yazıyorum. Ayrıca hemen yanındaki dağda Kotor Seddi (Çin Seddi gibi) görüntüsü olan dağlık kale sizi mutlaka duraklatıyor. Kotor, bu seyahatte aynı Budapeşte’de rastladığım gibi Türk turist kaynıyordu. Onlardan bir hanımefendi 50 dakikada çıkıp indiklerini söyledi, doğruysa tebrik ediyorum (ki olabilir). Ama yine de o kale görüntüsü eminim ki müthiştir.

Kotor Körfezi boyunca kıyılar da çok güzel görünüyor. Alex, Ben ve ben her fırsatta durduk. Tabir yerindeyse değil aynen tüm Dalmaçya’yı kıyıdan kıyıdan geçiyorum. Kotor sonrası da dura dura, fotoğraf çeke çeke yola devam ettik. Misafirlerimi Budva’da bırakıp BAR kentine ulaştığımda 19:00’ı geçmişti bile.

BAR…

Gece BAR’da konakladım. Old Town girişine yakın Kunaba Kula’da kaldım. Müthiş bir yer. 20 Euro, özel oda ve yatak harikaydı. Deliksiz ve uzun bir uyku çektim. Gerçekten yorulmuşum.

11 Eylül 2014, Bar’dan İşkodra (Shkodër)’ya ve Tiran’a Yolculuk…

Eski Bar (Stari Bar) kalesini dolaşıp yola çıktığımda saat 12:00 olmuştu. Önce İşkodra’ya geldim. Sadece Google Map’ten yerine bakınca ön okuma yapmadan geldiğim yerlerden biri oldu. Meydanını, çarşısını dolaştım biraz. Yemek yediğim “Vila Bektaşi” çok iyi bir lokanta. Oradan da kaleye çıkıp fotoları çektim. Okumaları yarına kaldı.

Oradan da doğrudan Tiran’a geldim. Bir arkadaşın karşılamasıyla harika (ultra lüks) bir yerde deniz mahsulü ve beyaz şarap. Konuşmak için erken ama tek tespit galiba Arnavutluk’ta da para eşitsizlik içinde dağılmış. Müneccim olmadan da bu söylenir ama yolda ve İşkodra’da gördüğüm ağzına kadar dolu çöp konteynerleri ve elinde ineği, keçisi yularından çekip dolaşan insanlardan sonra bu lüks çok dengesiz dağılan bir milli geliri ifade ediyor  bana. Dediğim gibi bekleyelim ve bir iki gün duruma bakalım.

12 Eylül 2014, Tiran, Kruja ve Vlore, Arnavutluk…

Sınır Geçişinde bekleme…

Karadağ (Montenegro) Ulcinj’den Arnavutluk’ girerken uzun kuyruklarda çok bekledik. Ayrıca geçtiğimiz sınır kapısı tek adet olunca Arnavutluk memuru mu işini yaptı yoksa Karadağ’lı ile müşerref oldum bilemiyorum. Ancak sigara içen memurun lakayt tavırları İngilizce bilmemesi ve sadece bir kişiyle uğraşırken geçirdiği zamanı görünce kuyrukların neden kaynaklandığı çok belli. İlk intiba, son intiba derler ya Balkanlar ve Arvrupa anlayışından oldukça farklı bir yere girmekte olduğunuzu hemen hissediyorsunuz. Önyargılardan uzak kalalım desem de ilk gözlemlerim bunlar oldu.

Epey hızlı girdiğim Arnavutluk’ta bir gezgine uymyacak tarzda hızlı gezmeye başladım. Yine de İşkodra Kalesi

13 Eylül 2014, Orikum, Dukat, Llogara, Dhermi, Arnavutluk…

Bugün muhteşem bir gün oldu. Yaşadığıma, gezdiğime ve arkadaşlarımı gördüğüme mutlu olduğum bir gün geçirdim. İlk gittiğim yer Yukarı Dukat denen ve Adriyatikten, İon denizine çıkan dağ yolunda bir köyü oldu. Pek fazla özelliği var mıydı bilemedim ama eski bir restoran olduğu söylenen yere tırmanma ve buraya giden yoldaki minik dere harikaydı.

Günün ilk molası “Llogara Turistic Village” adı verilen lüks otel ve yanındaki komplekslerdi. En hoş kısmı da bahçesinde ve bungalovların önünde dolaşan (evcilleşmiş) geyikleri görmekti. Otel SPA, havuz ve tesisleriyle biraz Kızılcahamam, biraz Abant dersem buranın bana göre tam tarifi olur.

Ardından Panorama tepesine vardık. Burası hem Adriyatiği hem de İyon denizi yukarıdan görebildiğiniz bir yer. Durum olarak Gökova benzetmesi yapalım. hani bir tarafında Akdeniz, bir tarafında Ege olan Gökova. Panorama SİSOrama olmuş. Muhteşem bulut seviyesi harika bir görüntü veriyordu. Koskoca bulutlar gökyüznden aşağı doğru süratli bir şekilde ilerlerken denize uzanan manzara seyredilmese de onların geçiş gösterisi bana büyük  bir keyif verdi.

Günün en güzel anlarının başlangıcı, DHERMI

Panorama’dan aşağı Dhermi’ye indiğimizde gördüğüm denizin rengine vuruldum. Suya attım kendimi ve hiç çıkmak istemedim. Bu gezinin en fazla suda geçirdiğim zamanı oldu. O kadar mutlu oldum ki. Zümrüt yeşili bu su ruhumu, gönlümü bedeni müthiş rahatlattı.

Kendimden bu kadar söz etmek fazla. Uzmanlar öyle diyor. Gezgin gözüyle söylemek gerekirse Dhermi çok keyifle üç dört gün geçirebileceğiniz bir yer. Yerel halıkn söylemine göre Arnavutluk geneline göre biraz pahalıymış. MIŞ olarak kalıyor söylediğim ama daha önce gidenlerde yol üzerinde konuşulunca bu kadar bilgi oluyor. Dhermi’de bir üç kişilik bir (apartman) Apart daire 60 Euro’ya yer bulunuyor MUŞ. Vlore’de 50 Euro bu fiyat.

Kısa Sezon…

Dhermi, Vlore kısaca Güney Arnavutluk biraz daha turistik mekanlar. Bu mekanların kalabalık sezonu kısa. Temmuz-Ağustos.

Eylül’e gelince işler değişiyor. Çok canlı ve kalabalık eğlence peşinde değilseniz, okulların başlamasına bağlı olarak, biraz da havalar çok sıcaktan ılıka değiştiği ama bana göre harika bir mevsime kalıp sezon dışına kalırsanız daha makul fiyata yerler bulabilirsiniz.

Bir likör bardağı Rakı ve yanındaki Türk kahvesi veya ekspresso 100 Lek yani 2 TL. Kalabalık mevsim sonrası iyi bir kalma yeri de aile için (3 kişi) 30-50 Euro arası bulunabilir diyorlar. Pansiyon veya daha ufak yerlerde fiyatlar daha ucuz olabilir.

Arnavutluk’un güneyi düşünülebilecek tatil mekanı. Aradığınızı bulur musunuz bilmem ama hem yurtdışı, hem Ege tadı hem de değişik bir kültürü görme adına düşünülmeli. İyi ki gelmişim. Bazen rastlantılar veya basit bir yol seçimi çok önemli deneyimlerin kapısını aralıyor.

14 Eylül 2014, Prizren, Kosova…

Vlore’den başlayan ve Prizren (Kosova’ya)’de neticelenen yolculuk doğal olarak uzun sürdü. Prizren’e vardığımda akşam üzeri olmuştu. Yolda arabaları arızalanmış bir aileye yer İngilizce soruma yine Türkçe cevabımı aldım ve onlarla birlikte Mehdi Cibo ile buluşacağımız merkeze geldim.

Mehdi abi, kıdemli bir gazeteci ve radyocu. Sevgili ilkokul arkadaşım Ethem TORUNOĞLU vasıtasıyla tanıştım kendisiyle. Mehdi abi 2 saatlik kısa bir sürede Prizren merkezini adım adım hızlıca dolaştırdı. Ardından akşam yemeğimizi yedik. Sohbet esnasında diğer yerlerde dinlediklerimi Mehdi abi’nin yorumundan da dinledim. Akşam biraz daha kenti gezdim ve rastlaştığım kişilerle sohbetler ettim.

Bozuk Ekonomi…

Yolda karşılaştığım insanlarla da ayak üstü veya kahvelerde konuştum. Öyle resmi saydığımız medyanın yorumlarının çok dışında düşmanlık yerine bugün, eskiyi özlemle anlatıklarını dinledim. Parçalanan Yugaslavya’nın kime ne kazandırdığını bilemem ama genel olarak halk kaybetmiş, umutlar düşük veya yitirilmiş. İşsiz bir yapıya gelinmiş. İş imkanı için ise siyasi veya başka teşkilatlarla iç içe olmak gerekiyor gibi. Özetle ekonomik durum çok kötü, ama Prizren güzel.

15 Eylül 2014, Hızlı bir Üsküp ve Makedonya

Hızlı bir tur çünkü anne ve babamı alma kararımdan sonra artık amaç onları Türkiye’den mümkün olan en erken zamanda almak. Kısacası artık yollarda oyalanmadan hedefe kilitli bir şekilde Türkiye’ye dönüyorum. Anne ve babama bir Batı Trakya sözüm vardı onu gerçekleştireceğim.

Prizren’den dağ yollarını kullanarak Makedonya’ya giriş yaptım. Üsküp’te bir gezgin olarak değil sadece görmek için bulundum. Üsküp’teki iki saat sonrasında en güneyde Yunanistan sınırı Gergelija’da konakladım. Yarın sabah erkenden tüm Yunanistan kuzeyinden İpsala’dan giriş yaparak akşam yemeğimi Lapseki’de ailemle yemek hedefim. Yine de Üsküp ve Makedonya yollarını fotoğrafladım. Üsküp’te karşılaştığım buradaki üniversitede Türkçe Hukuk eğitimi alan üç gençle kahve bile içme zamanım oldu. Üsküp bana Paris gibi geldi. Geniş zamanda bu kent ve çevresini gezeceğim kısmet olursa.

16 Eylül 2014, Hızlı bir Üsküp ve Makedonya

Gergelija’dan sabah 07:00’da Yunanistan’a giriş yaptım. Artık bu dönüşte durak yol. Sadece yolların fotoğrafları var. Bir de ata toprağı diyebileceğim Gümülcine’de kısa bir duraklama. Çünkü anne-babamı yarın buraya getireceğim.

Şehirde Rıfat dede ile tanıştım. Daha doğrusu yol sorarken onu alıp 16 km ilerideki köyüne bıraktım. Damadı Adnan  ile tanıştım. Köy kahvesinde çayımı içtim. Buralarda insanların yapısını biraz daha yakından tanıma şansım oluyor bu kahve sohbetlerinde. Her yerdeki gibi değişik değişik insan manzaraları…

O yoldan devam ve sonunda Türkiye. Arabanın yağını değiştir, kontrolleri yaptır vs. derken akşam yemeğinde ailemle buluşmanın mutluluğunu yaşadım. Baktım da 53 gündür Balkanlar ve Orta Avrupa’daymışım. Hasret gidermeye bile zaman bulmadan yarınki gezinin hazırlıklarını yaptık. Yarın tekrar ama 82 yaşındaki babam ve 76 yaşındaki annemle eski köklerimizin uzandığı bir gezi başlıyor.

17 Eylül 2014, Dedeağaç (Alexandrapulos) ve Gümülcine (Komotini)

Öğleden sonra yola çıktık ve bu gece ata topraklarının bir parçası Gümülcine’deyiz. Anne ve babamla olmanın  mutluğundan öte bir şey yok. Merhaba ailece Kuzey Yunanistan.

18 Eylül 2014, Kircali, Bulgaristan, Kavala, Yunanistan

Babam ve annemin eski dostları, tanıdıklarının olduğu Kircali’ye gittik. Bulgaristan’ını b u bölgesine giderken yolda dağ köylerine de şans eseri uğradık. Dereköy’de Mümin amca ve oğlu Zeki ile sohbet canımıza can kattı. Israrlara karşı koysak da Zeki’nin sözü daha tatlı oluyordu. Zeki “Bari yemeğe, eve gelmiyorsunuz, size bu tatlı sohbet yerini tutacak bir ağız tadı, kendi üretim balımızı getirceğim.” dedi ve eve koştu. Bu anne babaya özel gezide bir bal tatılığı da Bulgaristan’ın Dereköy’ünden geliyordu.

Kircali’de hızlı bir tur sonrası yine Makaza kapısından Gümülcine üzerinden Kavala’ya geldik ve büyülendik. Kente yukarıdan inen yol kısmen Akkuyu’dan Marmaris’e gelen yol gibi ve son izleme noktasından  harika görünümüyle sizi kucaklıyor.

Geceyi Kavala’ya 20 km kadar bir mesafedeki NEA PERAMOS’da Dionysos otelde kaldık. Son derece temiz ve kaliteliydi. 3 kişilik aileye güzel yataklı çok temiz daire fiatı 50 Euro. Minik mutfağı da içinde. Gayet iyi. Tavsiye ederim.

19 Eylül 2014, Selanik, Yunanistan

Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün evini ziyaret beni oldukça mutlu etti. Hele onun döneminin çocukları olan anne babamla birlikte bu geziyi yapmak çok daha güzeldi benim için.

Selanik’li arkadaşım Lazaros’un rehberliği bu kısa süreyi çok daha güzel geçirmemizi sağladı.

20 Eylül 2014, Bitola, Struga, Makedonya

Mustafa Kemal Atatürk’üm liseyi okuduğu Osmanlı kenti Manastır şu an Makedonya sınırları içinde yer alıyor. Bitola’ya Selanik üzerinden Kuzani yoluyla geldik. Yol rahat ama yol boyunca yer alan termik santrallerin kirlettiği hava, Bitola’ya varıncaya kadar sizi takip ediyor.

Bitola… (Manastır)…

Atatürk’ün de okuduğu lise günümüzde Müze haline gelmiş. Bir kısmında Atatürk’ten kalanlar müzeleştirilmiş binanın yarısını oluştururken diğer yarısı arkeoloji ve etnoğrafya müzesi olmuş. Müze binanın girişi kişi başı 2 Euro. Anne, babam ve benim meydana getirdiğim 3 kişilik grup için 5 Euro ödedim. Bitola tarih boyunca önemli bir kent olmuş. Bizans zamanının konsüllerin toplantı şehri, Osmanlı zamanında da önemini devam ettirmiş. Şimdi ise sakin bir kasaba.

Struga…

Kuzey Yunanistan’daki puslu ve kirli görünümlü havaya nazire gibi yemyeşil dağ yollarından ulaşılıyor Struga’ya. Yol üzerindeki artık turistik hale gelmiş kent Ohrid’e bir gün sonra gelmek üzere Struga’da kalıyoruz gece. Gölün sularının nehir gibi serbest kalarak aktığı Struga kanallarını iki yanı restoranlarla dolu. Günün yorgunluğunu burada yediğimiz akşam yemeğiyle atıyoruz. Akşam yemeğinin konuklarıysa bir önceki hafta Prizren’de tanıştığım Mehdi bey ve eşi Nebahat hanım. Bayram bey ev eşi de katılınca akşam faslı keyifli bir muhabbet halini alıyor.

21 Eylül 2014, Ohrid, Üsküp, Makedonya

Struga-Ohrid arası 12 km. Kısacık bu yolö göl kenarından alınıyor. Arkadaşım Ethem Torunoğlu’nu deyimiyle güzeller güzeli Ohrid’e bu yoldan geliyoruz.

Ohrid…

Gölün adını verdiği kent çok eski bir geçmişe sahip. Kalesi ve kale içindeki evleri muhteşem birer görüntü verirken, en yukarıda yer alan kilisenin önünden gölün manzarası müthiş. Kilisenin yeri, görünümü ve büyük bahçesindeki mozaikler de çok hoş. Kente kale içindeki sokaklardan arabayla inerken sık sık inip fotoğraf çektim. En sonunda sahile inmeyi başardığımda da uzun bir göl kenarı gezi yolu sizi alıp götürüyor. Çok sayıda turist otobüsünü görünce sakin gezimiz yerini gögüs göğüse koşuşturmaya bırakırken Ohrid’den ayrılıp Üsküp’e yola koyuluyoruz.

Üsküp…

Osmanlı döneminin bu önemli Rumeli kenti bende değişik duygulara vesile oldu. Kentin merkezi olarak kabul edilmiş yerdeki anıtsal hale sokulmuş heybetli binalar ve koskoca heykeller çok güzel bir görünümmüş gibi dururken bana göre elbisesi çok süslü ama üztüne oturmamış bir prova halindeki elbise gibi. Budapeşte’nin Paris’in ve benzeri kemntlerin yapılarının yükselmeye çalıştığı modern gibi ama garip bir hal bana göre. Osmanlı döneminin taş köprüsü üzerinden Vardar nehrini geçip kentin Osmanlı ve Arnavut yoğun diğer tarafındaysa bir el değmeme, hafif bakımsızlık ve kendi haline bırakılmışlık kademe kademe hissediliyor.

Gece Osmanlı tarafındaki çarşıdaki Turist restoranda yemeklerimizi yedik ve Corona Otelde kaldık. Bu gezide benim seçimlerim ilerlemiş yaşlarındaki anne ve babamı çok yürütmemek üzerine programlandı. O yüzden Balkanlar gezimin anne-baba refakatindeki bu son haftası hep az yürüme ve park ettiğim arabanın yakın yerlerine göre şekillendi.

22 Eylül 2014, Üsküp, Makedonya’dan Kavala, Yunanistan’a

Üsküp’teki sabah turumuz tarihi Üsküp kalesiyle başladı. Müze restorasyonda ve görecek fazla bir şey olmadı. Ancak kale şehrin heykelleri gibi dışarıdan hala hizmet verecek büyük bir anıt görünümünü koruyor. İkinci ulaşmaya çalıştığımız yer ise kentin hemen yanıbaşındaki dağın tepesine dikilmiş devasa hacın bulunduğu Milenyum tepesi. 2000’de dikilen bu devasa anıta Milenyum Haçi adı verilmiş. Pazartesi günleri kapalı. Ancak belli bir yere kadar tırmanma şansınız var. Yine de oldukça yüksek bir tepeden Üsküp’ü seyredip yola koyuluyoruz.

Yunanistan’a iki saat 15 dakikalık bir otoban yolundan ulaşılıyor Üsküp’ten. Arabayla gezenler için kenti Atina levhalarını takiben terk edip, Velles tabelasını ve devamında Gergelja sınırkenti işaretlerini takip etmelerini hatırlatalım. Yol temiz üç kere otoban ücreti ödemek için dursanız da kısa sürede Yunan sınırına gelmek mümkün.

Tekrar Nea Peramos…

Nea Peramos’ta başka bir restoran, başka bir hotel ama sakinliği ve güzelliği beni mest ediyor yeniden.

Kavala Kurabiyesi…

Bölgeye gelip de Kavala Kurabiyesi yememek, almamak olur mu? Olmaz. Siz de tadın mutlaka, unutmayın.

23 Eylül 2014, İskeçe ve tekrar Gümülcine sonrası yurda dönüş

İskeçe (Xhanti)…

İskeçe Kavaladan 54 km. Önce sahil yolundan gidiyorum ama zaman kazanmak adına çıktığım otoban derhal İskeçe’ye getiriyor bizi. Bu sakin Osmanlı kenti hala Türk nüfusu ve dağın eteklerine kurulu Türk mahallesiyle birlikte buraya geçişteki köprünün hemen yanındaki Erol beyin restoranı ve iki Cahit beyin keyifli sohbetiyle karşılıyor bizi. Babamların eski tanıdıklardan konuşmaları, Cahit beylerin sohbeti sırasında “Nerde o eski zamanlar” duyumsamaları. Keyifli anlar.

Gümülcine’de bu seferlik veda kahvesi…

Benim 60 günlük ve anne-babamın bir haftalık gezisinin sonu Gümülcine’de Çukur Kahve’de içtiğimiz Türk kahvesiyle son buluyor. Otobana çıkıp 94 km’lik kısacık yolu hızla alırken duygu yüklü arabam, heyecandan olsa gerek uçuyor.

< gurcanelbek.com bloğu anasayfasına dönüş